h
Hacı Bektaş Veli
Hacı Bektaş Yavaş-yavaş Ak-pak sakalıyla Dönüp dedi; "Gönlünüz kavî tutun!. Diyar-ı Rûm boş sanırsın, Aldanırsın.. Daha bozkır dağları emzirmededir. Hele dağlar tavlana dursun; Dağlar el-ele verip halaya dursun; Gör, ne oyun oynarlar". Başka demedi.. El-ele perçin oldular Derilip yüzbin oldular Uçup güvercin oldular Göklere kıldılar seyran Bir köşede kaldım hayran Gördüm ki; Her şehrin bir sahibi var Her sahibin bir naibi var Hacı Bayram, Hacı Bektaş Adım-adım, taş-taş Mülkü tapulamışlar. Ve bizi himmetlerine alıp, Bekleye-durmuşlar.. Ali Akbaş Adı Muhammed, lâkabı Bektaş, sıfatı Hünkâr. Hacı Bektaş Veli diye şöhret buldu. Babası Horasan Hükümdarı İbrahim es-Sani Seyyid Muhammed; annesi Nişabur'lu Şeyh Ahmed'in kızı Hatme Hatun. Velâyetname Hacı Bektaş'ın soyunu baba tarafından Hz. Ali'ye nispet eder ve bu irtibatı şu silsile ile izah eder: Hacı Bektaş Veli, Seyyid Muhammed İbrahim es-Sani, Seyyit Musa es-Sani, İbrahim Muharrem el-Mucap, İmam Musa el-Kâzım, İmam Cafer es-Sadık, İmam Muhammed el-Bakır, İmam Zeynel-Abidin Ali, İmam Hüseyin, İmam Emirûl-Mü'minin Ali. Hicri 645-646 (M. 1248)'da Horasan'da doğdu; 680/1281'de Anadolu'ya geldi; 738/1373'de Kırşehir (Sulucakarahöyük)'de vefat etti. Doğum ve ölüm tarihlerini 606/1209-1210; 669/1270-1271 olarak belirtenler de vardır. Türbesi, bugün adı Hacıbektaş olan, hayatının büyük bölümünü geçirdiği; kıyamete kadar sürecek hizmetlerini sergilediği ve irtihali ile tarihe emanet ettiği, adı ile bütünleşmiş aynı yerdedir. Hünkâr Hacı Bektaş'ın "Diyar-ı Rûm" yani "Bizans toprakları" denilen Anadolu'ya, buraların Türkleşmesi-Müslümanlaşması vazifesiyle gönderildiğine inanılır. Bu inancın Sarı Saltuk, Yunus Emre, Şeyh Edebali ve bir nice gönül adamının yüzyıllarca süren manevî önderliğinde niyetten amele geçtiğini söylemek bir gerçeğin ifadesi olduğu kadar, aynı zamanda o mana büyüklerine karşı bir kadirşinaslıktır. Nitekim Anadolu'nun siyasî ve sosyal çalkantılar içerisinde bulunduğu bir dönemde O'nun Anadolu bozkırları ortasında kurduğu dergâh/mektep ve tebliğleri ekonomik yokluk, siyasî ve sosyal huzursuzluk içerisinde bulunan insanları, halka-halka çevresinde toplamıştır. Anadolu'yu bize ebedî yurt yapan gönül erleri-erenleri çizgisinin O'ndan el alan manevî görevliler olduğunu ifade etmek, yanlış olmasa gerektir.Hacı Bayram Veli
Hacı Bayram Veli, dergâhını koca Ankara ovasında yer yokmuşçasına gelir, bir Roma mabedinin kalıntılarının yanı başında kurar.. Hiçbir eser Anadolu'nun macerasını bu kadar güzel hülâsa edemez...Hacı Bayram Veli, Ankara'nın Çubuk çayı kenarında Solfasıl köyünde doğmuştur. Solfasıl köyü bugün Ankara'nın Hasköy semti ve Karakum Mahallesi ile birleşmiştir. Köyün adı zaman içinde değişikliklere uğramış, aslı "Zül'l-Fazl" ya da "Zû fazl" iken, bu iki ismin bozulmuş şekli olarak solfasıl veya sonfasıl olarak adlandırılmıştır. Asıl adı Numan'dır. Doğum tarihi hakkında bilgiler kesin değildir. Mehmet Ali Aynî, Bursalı Mehmet Tahir'in risalesini ve Şakayık-ı Numaniye tercümesini kaynak göstererek, doğum tarihini 1352*53/753 olarak vermektedir. Daha sonra yapılan çalışmalar da bu tarihi kesin doğum yılı olarak kaydetmektedir. Ancak Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram soyundan gelenlerin verdiği bilgilere göre, Hacı Bayram Veli'nin 90 yaşını geçkin öldüğüne inanıldığını söyler. Bu hesaba göre Hacı Bayram'ın doğum tarihinin 1339-40/740 olduğu söylenebilir. Fuat Bayramoğlu'nun bu iddiası Şeyh Turhan-ı Hamîdî'nin Eğirdir Yazla mahallesinde yatan velilerin menkıbelerine dair eserinde de doğrulanmaktadır. Babasının adı Koyunluca Ahmed, dedesininki ise Mahmud'dur. Isfahanlı Seyyid Abdülkadir b. Yusuf'un 1428/832 tarihli vakfiyesindeki şahit kayıtları arasında Hacı Bayram'ın adı şöyle geçmektedir: Kutbu'l-evliya eş-şeyh el Hac Bayram b. Ahmed b. Mahmud el Ankaravî. Bu kayıttan, dedesinin Ankaralı Mahmud Efendi olduğu anlaşılmaktadır. Hacı Bayram, Koyunluca Ahmed'in üç oğlunun en büyüğüdür. Ortanca oğlu Seyfiyüddin, küçük oğlu ise Abdal Murad'dır. Abdal Murad'ın medrese eğitimi gördüğü, kuvvetli bir alim olduğu söylenmektedir. Hacı Bayram'ın diğer kardeşi Seyfiyüddin ise köyünde çiftçilik ve hayvancılıkla meşgul olmuştur. Hacı Bayram'ın annesi hakkında mezarının yeri hariç bilgi sahibi değiliz. Çubuk çayının Solfasıl'a göre öbür yakasında bulunan dört duvarla çevrilmiş mezarın kitabesinde "Ümm-i Hacı Bayram Veli" yazmaktadırHakim Süleyman Ata
Hoca Ahmet Yesevi'nin talebelerinden ve üçüncü halifesi olan Hakim Süleyman Ata Türkistan (Yesi)'da doğdu. Küçük yaşta Ahmet Yesevi'den Kur'an-ı Kerim okumayı öğrendi. Yesevi dergahında yetiştikten sonra, yine O'nun işaretiyle Harezm'e giderek, burada irşad faaliyetlerinde bulundu. Rivayete göre; Hoca Ahmet Yesevi, Süleyman Ata'ya, bir deveye binerek, onun götürdüğü yerde kalmasını söyledi. Ertesi sabah yola çıkan Süleyman Ata, devenin ipini salıverdi. Deve, Harezm ülkesinde bir yerde çöktü. Süleyman Ata'nın kaldırmak için bağırmasına rağmen deve kalkmadı. Bundan dolayı o yere 'Bağırgan' ve Süleyman Ata'ya da 'Bağırgani' denildi. Hakim Süleyman Ata, Yesevi'nin Hikmetlerini insanlara anlattı ve yine O'nun tarzında şiirler yazdı. Hece vezni ile yazdığı bu şiirlerinde Kul Süleyman, Hakim Süleyman, Hakim Hoca Süleyman ve Hakim Ata gibi mahlaslar kullandı. Önemli eserlerinden bazıları. Bakırgan Kitabı, Ahirzaman Kitabı ve Meryem Kitabı'dır. Türk Dünyasının yeni Müslüman olduğu dönemde yetişen ve Türklük üzerinde irşad çalışması yapan Hakim Süleyman Ata, bu bakımdan önemlidir. Süleyman Ata, 1186'da vefat etti ve Harezm ülkesindeki Akkurgan (Bağırgan) 'a defnedildi.Halide Edip Adıvar
Türk romancı. Siyasal alanda da etkinlik göstermiştir. İstanbul'da doğdu. Kimi kaynaklara göre doğum yılı 1884'tür. İngiliz terbiyesiyle yetişmesini isteyen babası onu Üsküdar Amerikan Kız Koleji'nde okuttu. Orada Rıza Tevfik'den (Bölükbaşı) Fransız edebiyatı dersleri aldı ve Doğu'nun mistik edebiyatını dinledi. Sonradan evlendiği Salih Zeki'den de matematik dersleri alıyordu. Koleji 1901'de bitirdi. 1908'de gazetelere yazmaya başladığı kadın haklarıyla ilgili yazılardan ötürü gericilerin düşmanlığını kazandı. 31 Mart Ayaklanması'nda bir süre için Mısır'a kaçmak zorunda kaldı. 1909'dan sonra eğitim alanında görev alarak öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. Gerek bu çalışmaları, gerekse müfettişliği sırasında İstanbul semtlerini dolaşması, ona çeşitli kesimlerden insanları tanıma fırsatını verdi. 1919'da Sultanahmet Meydanı'nda, İzmir'in işgalini protesto mitinginde yaptığı etkili konuşma ünlüdür. 1920'de Anadolu'ya kaçarak Kurtuluş Savaşı'na katıldı. Kendisine önce onbaşı, sonra da üstçavuş rütbesi verildi. Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası ve Atatürk ile siyasal görüş ayrılığına düştü. 1917'de evlenmiş olduğu ikinci kocası Adnan Adıvar ile birlikte Türkiye'den ayrıldı. 1939'a kadar dış ülkelerde yaşadı. O yıllarda konferanslar vermek üzere Amerika'ya ve Mohandas Gandi tarafından Hindistan'a çağrıldı. 1939'da İstanbul'a dönen Adıvar 1940'ta İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü başkanı oldu, 1950'de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954'te istifa ederek evine çekilmiş ve 1964'te ölmüştür. Adıvar'ın Seviye Talip (1910), Handan (1912) ve Son Eseri (1913) gibi ilk romanları aşk öyküleri anlatan yapıtlardır. Yazar kahramanlarını yakıp yıkan bir sevgiyi dile getirmek istediği için kişilerin iç dünyasına yönelir ve bu sevginin zamanla bir tutkuya dönüşmesini sergiler. Bu yapıtların önemli özelliğini, birbirine benzeyen ve ondan önceki Türk romanlarında bulunmayan kadın kahramanlarda aramak doğru olur. Yazarın asıl amacı kadın kahramanların kişiliklerini erkeklerin gözüyle değerlendirmek olduğu için, romanlarının anlatıcısı olarak bu kadınlara âşık erkekleri seçer ve fırtınalı bir aşk öyküsünü onların anı defterlerinden ya da mektuplarından anlatır. Erkek (bazen kadın da) evli olduğu için, kaçınılması olanaksız bir iç çatışma, romanların moral sorununu oluşturur ve roman ya kadının ya da erkeğin ölümüyle biter. Adıvar'ın, biraz kendi olduğunu iddia edilen bu kadın kahramanları, yazarın o dönemde ideal saydığı Türk kadınını temsil ederler. Seviye Talipler, Handanlar, Kâmuranlar her şeyden önce güçlü kişiliği olan, haklarını savunan, Batı terbiyesi almış, ama Batılılaşmayı giyim kuşamda aramayan, resim ya da müzik gibi bir sanat alanında yetenek sahibi, yabancı dil bilir, kültürlü ve çekici kadınlardır. Adıvar 1910 yıllarında Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu ile birlikte Türk Ocağı'nda çalışmaya başladıktan sonra yazdığı Yeni Turan adlı romanında (1912) yurt sorunlarına eğilir. II. Meşrutiyet döneminde geçen bu ütopik romanda, Yeni Turan adlı idealist bir partinin program ve çalışmalarını anlatırken yeni bir Türkiye'nin hangi sağlam temellere oturtulması gerektiği hakkında o zamanki görüşlerini açıklamak fırsatını bulur. Ateşten Gömlek (1922) ve Vurun Kahpeye (1923) romanlarında Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da tanık olduğu olayları, direnişleri, kahramanlıkları, ihanetleri anlatırken kendi gözlemlerinden yararlandığı için daha gerçekçidir. Bununla birlikte, bir aşk sorununun aşıldığı bu yapıtlarda da yüceltilmiş kadın kahraman yerini korur. Ancak şimdi, yine olağan dışı bu kadın, öncekiler gibi bireysel sorunlarla sarsılan kültürlü bir sanatçı olarak değil, milli dava peşinde erdemlerini kanıtlayan ya da Anadolu'da düşmana karşı savaşan bir yurtsever olarak çıkar karşımıza. Adıvar'ın ilk yapıtlarında Türk okuruna sunduğu bir yenilik yarattığı bu kadın imgesidir. Bu imge toplumda birbirine karşıt olarak algılanan değerleri uzlaştırdığı için önemliydi. Osmanlı -İslam geleneklerine göre ev kadını olarak yetiştirilmiş basit ve cahil kadın, o dönemin aydın kesiminin gözünde geri kalmış bir uygarlığın simgesi gibiydi. Öte yandan Batılılaşmış "asrî" kadın da köklerinden kopmuş, değerlerini şaşırmış, namus anlayışı kuşku uyandıran bir kadındı. Adıvar'ın kahramanları işte bu çelişkiyi kendilerinde uzlaştırmakla bir özleme cevap veriyorlardı. Çünkü bunlar hem Batılılaşmış hem de milli değerlerine bağlı kalmış, hem serbest hem de namus konusunda çok titiz, ahlakı sağlam kadınlardı. Gerektiğinde bir erkek gibi spor yapan, ata binen bu kadınlar üstelik dişiliklerini de korumayı başarmışlardır. Adıvar'ın en ünlü romanı Sinekli Bakkal'da (1936) ileri bir adım attığını, yeni bir aşamaya vardığını görürüz. İlk romanlarının olay örgüsü bir iki kişi arasındaki bireysel ilişkilere bağlı olarak gelişirken, II. Abdülhamid dönemindeki Türk toplumunun panoramik bir tablosunu sergileyen Sinekli Bakkal'ın olay örgüsü siyasal, düşsel, toplumsal sorunlarla örülmüş olarak gelişir. Romanın okuru en çok çeken yönü de fakir kenar mahallesi, zengin konakları ve saray çevresiyle II. Abdülhamid zamanının İstanbul'u anlatmasıdır. Ne var ki yazarın amacı bir dönemin Türk toplumunu yansıtmak değildir yalnızca. Bu felsefi romanda çevrelerin bir işlevi de belli değerlerin temsilcisi olmaktır. Sinekli Bakkal mahallesi gelenekleri ve insancıl değerleri sürdüren halk kesimini; Genç Türkler'den Hilmi ve arkadaşları devrimci aydınları; saray çevresi ise, yozlaşmış yönetici kesimi temsil eder. Roman iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmın ana teması Abdülhamid'in istibdat idaresi karşısında şiddete başvurarak devrim yapmanın geçerliliği sorunudur. Gerçi Adıvar içtenlikle ezilen halktan yanadır, ama gelenekçiliği ve savunduğu mistik dünya görüşü şiddete başvurarak devrim yapmayı onaylamasına izin vermez. Romanda II. Meşrutiyet'in ilanı "asırların kurduğu müesseselerin köklerini" söken, "içtimaî ve siyasî nizam ve intizamı" altüst eden bir devrim olarak nitelenir. Doğru tutum Mevlevî tarikatından Vehbi Dede'nin yaptığı gibi "herhangi bir hayat fırtınasını sükûnetle seyretmek"tir. Yazar devrimden değil evrimden yanadır. Romanın ikinci kısmında yozlaşmış saray çevresi sergilenirken ana tema olarak Rabia ile Peregrini ilişkisi gelişir ve evlilikle son bulur. Bu evliliğin simgesel anlamı Batı ile Doğu'nun bileşimi olarak yorumlanmıştır. Ama Peregrini'nin "öyle basit ve insanî ananeler" dediği geleneklere bağlı Sinekli Bakkal mahallesindeki cemaat yaşamına hayran olması, Müslümanlık'ı kabul ederek Rabia ile evlenmesi ve mahalleye yerleşmesi, daha çok Doğu değerlerinin üstünlüğüne işaret sayılmaktadır. Ne var ki yazar, Rabia ile Peregrini'nin sevişip evlenmelerine inandırıcı bir hava verememiştir. Farkedilir ki, olaylar yazarın kafasındaki bir görüşü dile getirmek için tertiplenmekte ve Doğulu kadın ile Batılı erkek yazarın tezi gereği seviştirilip evlendirilmektedirler. Birinci kısımda olay örgüsünün doğal gelişimi, farklı dünya görüşlerine sahip kişiler arasındaki çatışmadan doğan gerilim ve dramatik sahneler, ikinci kısımda yerlerini, zorlama izlenimi veren bir ilişkiye ve saray çevresinin tanıtılmasına bırakınca romanın sanatsal düzeyi düşer. 1943'te CHP Ödülü'nü alan Sinekli Bakkal Türkiye'de en çok baskı yapan roman olmuştur. Sinekli Bakkal'ı izleyen romanların ise yazarın ününe katkıda bulunacak nitelikte oldukları söylenemez. Adıvar çeşitli alanlarda etkinlik göstermiş, siyasal ve toplumsal konularda da hem Türkçe, hem İngilizce kitaplar yazmış, İngilizce'den Türkçe'ye çeviriler yapmıştır. Zamanının dış ülkelerde en çok tanınan Türk yazarı olmuştur. Yapıtlarından kimileri İngiliz, Fransız, Alman, Rus, Macar, Fin, Urdu, Sırp, Portekiz dillerine çevrilmiştir. ESERLERİ: Heyula, 1909; Raik'in Annesi, 1909; Seviye Talip, 1910; Handan, 1912; Yeni Turan, 1912; Son Eseri, 1913; Mev'ud Hüküm, 1918; Ateşten Gömlek, 1923; Vurun Kahpeye, 1923; Kalb Ağrısı, 1924; Zeyno'nun Oğlu, 1928; Sinekli Bakkal, 1936; Yolpalas Cinayeti, 1937; Tatarcık, 1939; Sonsuz Panayır, 1946; Döner Ayna, 1954; Akile Hanım Sokağı, 1958; Kerim Ustanın Oğlu, 1958; Sevda Sokağı Komedyası, 1959; Çaresaz, 1961; Hayat Parçaları, 1963; Öykü: Harap Mabetler, 1911; Dağa Çıkan Kurt, 1922; Kubbede Kalan Hoş Seda, (ö.s) 1974; Oyun: Kenan Çobanları, 1916; Maske ve Ruh, 1945; Anı: Türkün Ateşle İmtihanı, 1962; Mor Salkımlı Ev, 1963; Diğer Yapıtlar: Talim ve Terbiye, 1911; Turkey Faces West, 1930; Conflict of East and West in Turkey, 1935; Inside India, 1937; Türkiye'de Şark-Garp ve Amerikan Tesisleri, 1955; İngiliz Edebiyat Tarihi, 3 cilt, 1940-1949; Doktor Abdülhak Adnan Adıvar, 1956.