M
Mustafa Kemal ATATÜRK
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, 1881'de Selanik'te, Ahmet Subaşı Mahallesi'ndeki pembe boyalı, ahşap bir evde doğdu. Selanik o tarihte Osmanlı İmparatorluğu içinde bulunuyordu. Mustafa Kemal'in Makbule adında bir kızkardeşi vardı. Babasının adı Ali Rıza, annesi Zübeyde Hanım'dır. Mustafa Kemal 1886'da ilkokula başladı ve başarıyla bitirdikten sonra 1893 yılında Selanik Askeri Rüştiyesi'nde (ortaokuluna) devam etti. Mustafa Kemal askeri ortaokulu 1896'da bitirdikten sonra Manastır Askeri Lisesi'ne yazıldı. Bu okulda Fransızca dersleri aldı. 1899'da Askeri liseyi bitirip İstanbul Harp Okulu'na yazıldı. Bu dönemde Osmanlı yönetimini inceledi, durumun iyiye gitmediğini anlayan Mustafa Kemal okulda el yazması bir gazete çıkarmaya başladı. Bu eylemin amacı yeni, çağdaş, özgürlük fikrini yaymak ve memleketin durumunu herkese bildirmekti. Yalnız bu eylem uzun sürmedi ve gazete yasaklandı. 1902'de teğmen olan Mustafa Kemal, Istanbul Harp Akademisi'ne yazıldı. 11 Ocak 1905'te de İstanbul Harp Akademisi'ni bitirerek yüzbaşı rütbesi ile 7. Ordu emrine atandı. 20 Haziran 1907'de Selanik'te bulunan 3. Ordu'da görevlendirildi. 13 Nisan 1909'da İstanbul'da meydana gelen İkinci Meşrutiyet'e karşı 31 Mart İsyanı'nı bastıran "Hareket Ordusu"nun Kurmay Başkanı olarak İstanbul'a geldi. 1910'da Fransa'ya gönderildi ve askeri manevralarda bulundu. Daha sonra Trablusgarp'a gönüllü gitti ve İtalyan kuvvetlerini bozguna uğrattı. Mustafa Kemal, İstanbul'a döndükten sonra 3 Kasım 1913'te Sofya'ya askeri ateşe olarak atandı ve 1 Mart 1914'te yarbaylığa yükseldi. Osmanlı Devleti 1914'te I. Dünya Savaşı'na girdi. Mustafa Kemal'in görev istemesi üzerine 2 şubat 1915'te Tekirdağ'daki 19. Tümen Komutanlığına tayin edildi. Çanakkale Harpleri'ne katılan Mustafa Kemal, Anafartalar'da İngilizlerin ve Fransızların ilerlemesini önledi. "Anafartalar kahramanı" olarak Anafartalar Grubu Komutanlığı'na atandı. Arıburnu'nda ve Conkbayırı'nda düşmanı bozguna uğratan Mustafa Kemal düşman birliklerinin Boğaz'dan İstanbul'a geçmesini önledi. Mustafa Kemal bir süre sonra Diyarbakır Kolordu Komutanlığı'na atandı ve 19 Mart 1916'da general oldu. Doğu'da Ruslara karşı büyük zaferler kazanan M. Kemal, Bitlis ve Muş'u geri aldı. 16 Mart 1917'de 2. Ordu ve kısa bir zaman sonra da 7. Ordu Komutanlığı'na atandı. Yıldırım Orduları Komutanı Mareşal von Falkenhayn ile ordunun düzeni konusunda anlaşamayınca 7 Ekim 1917 tarihinde bu görevinden ayrıldı ve İstanbul'a döndü. Karargahta görev verilen M. Kemal 15 Aralık 1917 tarihinde Veliaht Vahdettin'in Almanya gezisine katıldı. 4 Ocak 1918 tarihinde seyahatten dönen Mustafa Kemal, 7. Ordu'daki görevine başladı. Fakat orada böbreklerinden rahatsızlandı ve tedavi olmak üzere Viyana'ya gitti. 2 Ağustos 1918 tarihinde Viyana'dan İstanbul'a döndü ve bu arada padişah olan şehzade Vahdettin'le memleket sorunlarını bir kere daha görüştü. Mustafa Kemal bu görüşmeden sonra kararını verdi: 28 Ağustos 1918 tarihinde Halep'e giden Mustafa Kemal 7. Ordu Komutanı olarak görevine başladı. 19 Eylül 1918 günü İngilizler ve Arap birliklerine kahramanca karşı koydu. Daha sonra "Yıldırım Orduları Komutanlığı" görevini, Mareşal Liman von Sanders'ten devraldı. Yıldırım Orduları Grup karargahı 7 Kasım 1918 tarihinde kaldırıldı ve Mustafa Kemal, İstanbul'a döndü. 1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu yenik sayılınca 19 Mayıs 1919 günü Padişah tarafından, 9.Ordu Müfettişliği, yani "Türklerin Rumlara yaptığı baskıyı yerinde incelemek ve önlemek" görevi ile Samsun'a çıktı. "Mustafa Kemal, Samsun'a çıktığı zaman, kafasında kuracağı devletin temellerini atmıştı. Modern çağdaş bir devlet kuracaktı. Kurdu da". Erzurum ve Sivas kongrelerinde başkan seçildi ve 27 Aralık 1919'da Ankara'ya geldi. 23 Nisan 1920'de Ankara'da "Büyük Millet Meclisi"ni açtı ve ertesi gün başkanlığa seçildi. Artık "Ankara'da bütün Türklerin temsilcisi bir Meclis ve onun başında da vatansever ve eşsiz bir devlet adamı vardı: MUSTAFA KEMAL". 23 Ağustos 1921 Sakarya Meydan Muharebesi savaş alanında Mustafa Kemal ordusunun başında milletine şöyle diyordu: "Hattı müdafaa yok, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ile sulanmadıkça terk olunamaz." Üç buçuk sene süren Kurtuluş savaşı ile vatanımızı işgalcilerden kurtarıp 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması ile yeni Türk Devleti'nin meşruluğunu kabul ettirdi. Bu arada Padişah Vahdettin, gizlice bir İngiliz gemisine binerek 17 Kasım 1922 günü İstanbul'u terk etti. 29 Ekim 1923 günü büyük şenliklerle Cumhuriyet ilan edildi ve Gazi Mustafa Kemal ilk Cumhurbaşkanı seçildi. Kurulan Cumhuriyet hükümeti, devlet idaresinde, hukukta, kültürde, ekonomide ve benzeri her konuda süratle devrimlerini yapmaya başladı. Saltanatın kaldırılmasından sonra, 3 Mart 1924 tarihinde Hilafet de tarihe karıştı. Ve Mustafa Kemal 53 yaşındayken, 24 Kasım 1934 tarihinde TBMM "Türk milleti adına", kendisine "ATATÜRK" soyadını verdi. Kısacık ömrünü zaferlerle süsleyen, milletini bağımsızlığına kavuşturarak yepyeni bir devlet kuran, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, 10 Kasım 1938 perşembe günü, saat 9.05'te İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini kapadı. Mehmet Emin Yurdakul
Ulusçu, halkçı görüşleri savunduğu şiirleriyle milli edebiyat akımının öncü şairleri arasında yer almıştır. 13 Mayıs 1869'da İstanbul'da doğdu, 14 Ocak 1944'te aynı kentte öldü. Beşiktaş Askeri Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra bir süre Mülkiye Mektebi idadisinde okudu. 1887'de Babıâli Sadaret Dairesi Evrak Odası'na aylıksız kâtip olarak atandı. 1899'da Hukuk Mektebi'ne başladı. öğrenimini ABD'de tamamlamak üzere okuldan ayrıldı. Ancak bu isteği gerçekleşemedi. Memurluk yaşamına döndü. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdi. şiirlerinde dile getirdiği düşünceler, yansıttığı gerçekler saray tarafından kuşkuyla karşılandığı için 1907'de Erzurum rüsumat nazırlığına gönderildi. II. Meşrutiyet sonrası 1909'da Bahriye Müsteşarlığı'na, bu görevi istemeyince de Hicaz Valiliği'ne atandı. Bir yıl sonra Sivas Valiliği'ne getirildi. Ancak çalışması engellenince, üç ay sonra bu görevinden de ayrılarak İstanbul'a döndü. Türk Ocağı'nın kurucuları arasında yer aldı, derneğin başkanı oldu. çıkarılan Türk Yurdu dergisinin de sorumluluğunu üstlendi. İttihat ve Terakki yönetimiyle arası açılınca Erzurum Valiliği göreviyle 1911'de İstanbul'dan uzaklaştırıldı. Ertesi yıl da emekliye ayrılmak zorunda bırakıldı. 1913'te Musul milletvekili seçildi. Halide Edip, Köprülüzade Fuat ve Hamdullah Suphi ile birlikte Hars ve İlim Heyeti üyeliğinde bulundu. Milli Türk Fırkası'nın kurucuları arasında yer aldı. I. Dünya Savaşı sonunda İstanbul işgal edilince, 1921'de Anadolu'ya geçti. Atatürk tarafından ilgiyle karşılandı. Antalya, Adana, İzmir yörelerinde dolaşarak halkın ve ordunun manevi gücünü artırıcı konuşmalar yaptı, Şebinkarahisar, Urfa ve İstanbul milletvekili seçilerek beş dönem Meclis'e girdi. Mehmed Emin Yurdakul edebiyat yaşamına Servet-i Fünun döneminde başlamıştır. ilk kitabı Türkçe şiirler ilgiyle karşılanmıştır. Dönemin şiir anlayışı dışında, hece ölçüsünü kullanarak şiirlerinde yalın bir dil kullanmıştır. Türk edebiyatına halk sesini getiren şair olarak nitelendirilmiştir. Osmanlıcılık ve İslamcılık akımlarına karşı Türkçülük akımını savunan, bu konudaki düşüncelerini dile getiren öğretici şiirler yazmıştır. Şiirde biçim yönünden yenilikler yapmıştır. Geleneksel Türk şiirinde sürekli kullanılan kalıpların yerine 4+4+4+3=15, 4+4+4+5=17, 4+4+4+7=19 gibi alışılmışın dışında kalıplar kullanmıştır. Dörtlük geleneğinin dışına çıkarak üçer, altışar, sekizer dizelik kıtalar kurmuştur. Servet-i Fünun doğrultusunda Batı'dan gelen sone biçiminde şiirler de yazmıştır. Halkçı, ulusçu düşünce ve duyguları dile getirmiştir. Toplumsal ve ulusal konuları işlemiştir. Halkın ve ülkenin gerçeğini, özgürlük istemini yansıtmıştır. Coşku, umut, yüreklendirme ve öğreticilik, şiirinin belirgin öğeleri olmuştur. ESERLERİ: Türkçe şiirler - 1899; Türk Sazı - 1914; Ey Türk Uyan - 1914; Tan Sesleri - 1915; Zafer Yolunda - 1918; Aydın Kızları - 1919; Dante'ye - 1920; Mustafa Kemal - 1928; Ankara - 1939. Mimar Sinan
Kayseri'nin Ağırnas köyünde doğdu, 17 Temmuz 1588'de İstanbul'da öldü. Doğum tarihi kesin değildir. Ailesine ve yaşamına ilişkin bilgiler, çağdaşı Sâi Mustafa Çelebi'nin onun ağzından yazdıklarına, mimarbaşı olduğu dönemden kalan yazışmalara, kendi vakfiyesine ve yazarı bilinmeyen belge ve kitaplara dayanmaktadır. Kaynaklara göre Sinan, I. Selim (Yavuz) padişah olduktan sonra başlatılan ve Rumeli'de olduğu gibi Anadolu'dan da asker devşirmeyi öngören yeni bir uygulama uyarınca 1512'de devşirilerek İstanbul'a getirildi. Orduya asker yetiştiren Acemi Oğlanlar Ocağı'na verildi, 1514'te Çaldıran Savaşı'nda 1516 - 1520 arasında da Mısır seferlerinde bulundu. İstanbul'a dönünce Yeniçeri Ocağı'na alındı. I. Süleyman (Kanuni) döneminde 1521'de Belgrad, 1522'de Rodos seferlerine katıldı, subaylığa yükseldi. 1526'da katıldığı Mohaç seferinden sonra zemberekçibaşı (baş teknisyen) oldu. 1529'da Viyana, 1529 - 1532 arasında Alman, 1532 - 1535 arasında da Irak, Bağdat ve Tebriz seferlerine katıldı. Bu son sefer sırasında Van Gölü'nün üstünden geçecek üç geminin yapımını başarıyla tamamlaması üzerine kendisine haseki unvanı verildi. 1536'da Pulya (Puglia) seferlerine katıldı. 1538'de yer aldığı Karabuğdan (Moldovya) seferi sırasında Prut Irmağı üstünde yaptığı bir köprüyle dikkatleri üstüne çekti. Bir yıl sonra mimar Acem Ali'nin ölümü üzerine onun yerine sermimaran-ı hassa (saray baş mimarı) oldu. Günümüzdeki bayındırlık bakanlığına eş düşen bu görevi ölümüne değin sürdürdü. Mimar Sinan, Osmanlı İmparatorluğu'nun en güçlü olduğu çağında yaşamıştır. I. Süleyman (Kanuni), II. Selim ve III. Murat olmak üzere üç padişah döneminde mimarbaşılık yapmış, imparatorluğun gücünü simgeleyen mimarlık başyapıtlarının tasarlanıp uygulanmasında birinci derecede rol oynamıştır. Etkisi ölümünden sonra da sürmüş, her dönemde saygınlığını korumuştur. Atatürk ona ilişkin bilimsel araştırmaların başlatılmasını, onun bir heykelinin yapılmasını istemiştir. 1982'de İstanbul'daki Devlet Güzel Sanatlar Akademisi çekirdek olmak üzere oluşturulan yeni üniversiteye onun adı verilmiştir. Sinan'ın yetişmesine ilişkin doyurucu bilgi yoksa da, dülgerliği Acemi Oğlanlar Ocağı'nda öğrendiği sanılmaktadır. Acemi Oğlanlar, başka işlerin yanı sıra yapı işlerinde de görevlendirilirlerdi. Sinan daha sonra ordunun yapı gereksinimini karşılayan birimlerinde görev almış, buradaki çalışmalarıyla öne çıkmıştır. Gerek ordunun bu birimleri tarafından gerçekleştirilen yapım ve onarım çalışmaları, gerek orduyla birlikte gittiği yerlerde görme olanağı bulduğu yapılar, Mimar Sinan'ın eğitiminin parçası olmuştur. Çeşitli kaynaklara göre Sinan 84 cami, 52 mescit, 57 medrese, 7 okul ve darülkurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa, 7 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 köşk ve saray, 6 ambar ve mahzen, 48 hamam olmak üzere sayılamayanlarla birlikte üç yüz elliyi aşkın eser yapmıştır. Elli yıla yakın bir süre Osmanlı İmparatorluğu'nun mimarbaşılığını yapmış olmasına karşın, bunların hepsini onun tasarlayıp uygulamış olduğunu söylemek güçtür. Çoğunluğu İstanbul'da olmak üzere imparatorluğun her yanına dağılmış bulunan bu yapıların bir bölümünü öğrencileri ya da ona bağlı mimarlar örgütü yapmış olmalıdır. Bunlar arasında onarımlar da vardır. Sinan'ın ilk önemli yapıtı İstanbul'daki Şehzade (Mehmed) Camii'dir. Kendisinin çıraklık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği bu cami, dört ayağın taşıdığı ve dört yarım kubbenin desteklediği bir kubbe ile örtülüdür. Dış görünüşlerin kitlesel etkisi azaltılmış, içerde ise daha aydınlık bir mekân oluşturma yoluna gidilmiştir. Onu izleyen Üsküdar'daki Mihrimah Sultan Camii'nde ise yarım kubbelerin sayısı üçe indirilerek daha rahat bir iç mekân sağlanmıştır. Osmanlı - Türk mimarlığının en önemli yapılarından biri Süleymaniye Camii ve Külliyesi'dir. Sinan kalfalık dönemi yapıtı olarak adlandırdığı bu yapıda İstanbul'daki Bayezid Camii'nde kullanılan taşıyıcı sistemi yinelemiş, dört ayak üstüne oturan kubbeyi giriş - mihrap yönündeki yarım kubbelerle desteklemiştir. Süleymaniye, darülkurrası, darüşşifası, hamamı, imareti, altı medresesi, dükkânları ve Kanunî Süleyman ile Hürrem Sultan'ın türbeleriyle büyük bir alana yayılmış kentsel bir düzenlemedir ve Türklerin dinsel yapılara toplumsal hizmet yapısı içeriği katmalarının en önemli örneğidir. Kubbe ve yarım kubbeler, yüklerini, uyumlu geçişlerle bir sonrakine iletirler. Yapı bu düzenden gelen bir dinginlikle, İstanbul'un Haliç'e bakan tepelerinden birinde yer alır. Dönemin önde gelen tüm sanatçılarının katkıda bulunduğu Süleymaniye, her ayrıntısıyla bir bütün olarak ele alınmıştır. Yedi yıl gibi kısa bir sürede bitirilmiş olması Sinan'ın mimarlıkta olduğu kadar örgütleme alanındaki dehasını da ortaya koyar. Yapının tarihine ışık tutan muhasebe defterleri de günümüze kalmıştır. Sinan yapı ile çatı örtüsü için en yetkin taşıyıcı sistemi, en yetkin biçimi bulmak yolunda deneyler yapmış, hatta zaman zaman geçmişte kullanılıp sonra terk edilen yöntemleri yineleyerek bunların nasıl ileri götürülebileceğini araştırmıştır. Kimi zaman bu tür deneyleri birbirine koşut olarak sürdüğü de görülür. İstanbul'daki Sinan Paşa Camii gibi kimi yapıları, kubbeyi altıgen bir plana oturtmayı denemesiyle Edirne'deki Üç Şerefeli Cami'yi anımsatır. Edirnekapı'daki Mihrimah Sultan Camii'nde olduğu gibi ana mekânı tek bir kubbeyle örten camileri, erken Osmanlı dönemi camilerini düşündürür. Denemelerinin en ilginçlerinden biri gene İstanbul'daki Piyale Paşa Camii'dir. Burada kökenleri erken Osmanlı döneminden de önceye giden ve yapıyı çok sayıda küçük kubbe ile örten çok ayaklı cami şemasını ele almıştır. Bütün bu deneyler onu başyapıtlarından birine, Edirne'deki Selimiye Camii'ne götürdükleri için önemlidir. Sinan ustalık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği bu camide daha önce İstanbul'daki Rüstem Paşa Camii'nde çözmeye çalıştığı bir sorunu, yani kubbeyi sekizgen bir plan üstüne oturtma düşüncesini uygulamıştır. Böylece, taşıyıcı ayaklar incelmekte, yükleri ileten öğelerin küçülmesiyle de kubbe, yapıdaki en önemli mekân belirleyici öğe durumuna gelmektedir. Sinan burada 31 metreyi geçen çapıyla en büyük kubbesini gerçekleştirmiştir. Külliyenin öteki yapıları camiye göre arka planda tutulmuştur. Selimiye, strüktüründen mekân oluşumuna, süslemelerine kadar klasik dönem Osmanlı - Türk mimarisinin önemli bir başyapıtıdır. Sinan öteki yapıtlarında da araştırıcılığını sürdürmüştür. Türbeleri buna örnektir. Şehzade Mehmet Türbesi'nde dilimli kubbe kullanmış, alışılmadık ölçüde süslü bir yüz düzenlemesine gitmiştir. Kanuni Süleyman Türbesi'nde de iç mekân ile dış görünüş arasında bir denge kurmak amacıyla örtü olarak, Osmanlı - Türk mimarlık geleneğinde çok sık kullanılmayan çift yüzlü kubbeyi seçmiş, iç kubbeyi yapının içindeki ayaklara, dış kubbeyi de dış duvarlara taşıtmıştır. II. Selim Türbesi'nde ise geleneksel altı ya da sekizgen plan yerine, yapı öğeleri arasında karşıtlık yaratan, köşelerin kesik kare planını seçmiştir. Sinan'ın, denemeci tutumunu öteki işlevlerde de sürdürdüğü gözlenir. Her zaman işleve, taşıyıcı sisteme, yapının bulunduğu yere göre en uygun olacak biçimi araştırmıştır. Yola çıkış noktası geleneksel biçim ve plan şemaları olmasına karşın, bunlara katı bir biçimde bağlı kalmamış, koşulların gerektirdiği yerlerde yeni biçimlere yönelmiş, böylece eski ile yeni arasında bir bağ oluşturabilmiştir. Sinan'ın yapıları mimarlık bakımından olduğu kadar mühendislik bakımından da önem taşır. Bu nedenle "ser mimârân-ı cihan ve mühendisân-ı devran dünyadaki mimarların ve zaman içindeki mühendislerin başı" diye anılmıştır. Yapılarının çoğunun 400 yıl sonra bile ayakta duruyor, hatta kullanılıyor olması, onların taşıyıcı sistemlerine olduğu kadar temellerine de özen gösterilmiş olmasındandır. Sinan'ın mühendis yanı su yollarıyla köprülerinde ortaya çıkar. Bunlarda zamanının sahip olduğu tüm mühendislik bilgilerini uygulamış, hatta kimi zaman onları aşan, ileri götüren tasarımlar gerçekleştirmiştir. İstanbul'un su sorununu çözmekle görevlendirilmiş, bentleriyle, tünelleriyle, su yolları ve su yolu kemerleriyle, biriktirme ve dağıtma yapılarıyla uzunluğu 50 km'yi aşan ve Kırkçeşme adıyla bilinen su yapılarını gerçekleştirmiştir. Süleymaniye Külliye'sine 53 milyon akçe harcanırken Kırkçeşme yapılarına 43 milyon akçe harcanmış olması da zamanında bunlara verilen önemin bir başka göstergesi olmaktadır. Sinan, köprülerini de en az öteki yapıtları kadar önemsemiş, toplam uzunluğu 635.5 metreyi bulan Büyükçekmece Köprüsü ile sağlam olduğu kadar güzel de olan bir yapıt diye övünmüştür. En geniş açıklığı örtecek kubbeyi, en ince ve uzun minareyi araştırmak, böyle bir minaredeki şerefelere birbirleriyle kesişmeyen üç merdivenle çıkmayı denemek, bu mühendislik dehasının yaratıcılığını ortaya koyan örneklerdir. YAPITLAR (başlıca): Şehzade (Mehmed) Külliyesi: 1543-1548, İstanbul; Rüstem Paşa Külliyesi: 1544-1555, Tahtakale / İstanbul; Barbaros Hayrettin Paşa Türbesi: 1546, İstanbul; Hayrettin Paşa Hamamı (Çinili Hamam): 1546, Zeyrek / İstanbul; Mihrimah Sultan Külliyesi: 1547-1548, Üsküdar / İstanbul; Rüstem Paşa Medresesi: 1550, Cağaloğlu / İstanbul; Süleymaniye Külliyesi: 1550-1557, İstanbul; Zal Mahmut Paşa Külliyesi: 1551-1566, Eyüp / İstanbul; Sinan Paşa Külliyesi: 1553-1555, Beşiktaş / İstanbul; Kırkçeşme Su Yapıları: 1555-1563, Alibey Köyü / İstanbul; Haseki Hürrem Sultan (Çifte) Hamamı: 1556, Sultanahmet / İstanbul; Rüstem Paşa Kervansarayı: 1560, Edirne; Mihrimah Sultan Külliyesi: 1562-1565, Edirnekapı / İstanbul; Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi: 1564-1569, Lüleburgaz; Büyükçekmece Köprüsü: 1566-1568, İstanbul; Sultan Süleyman Kervansarayı: 1566-1567, Büyükçekmece / İstanbul; Selimiye Külliyesi: 1567-1575, Edirne; Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi: 1571-1572, Kadırga / İstanbul; Piyale Paşa Camisi: 1573-1577, Kasımpaşa / İstanbul; Sultan II. Selim Türbesi: 1574-1577, Ayasofya / İstanbul; Sokullu Mehmet Paşa Camii: 1577-1578, Azapkapı / İstanbul; Valide Sultan Külliyesi: 1577-1583, Üsküdar / İstanbul; III. Murat Köşkü: 1578, Topkapı Sarayı: İstanbul; Kılıç Ali Paşa Camii: 1580, Tophane / İstanbul; Şemsi Ahmet Paşa Camii:, 1580, Üsküdar / İstanbul.Mirza Fethali
Modern Azerbaycan edebiyatının kurucusu, Türk dünyasının ilk dram yazarı, alfabe ıslahatçısı, şair, eleştirmen ve filozof Mirza Fethali Ahundzade, 1812 yılında Azerbaycan'ın Şeki şehrinde doğmuştur. 1814'te babası iki yaşındaki oğlunu ve Nane Hanım'ı da alarak Hamme kasabasına göçer. Ama, aile içerisindeki bir huzursuzluk sebebiyle Nane Hanım, oğlunu da alarak aynı yıllarda Güney Azerbaycan'ın Erdebil şehrinde Şeki'nin eski hanı Selim Han'ın yanında hizmette bulunan Ahund Hacı Alesger'in yanına gider. Ahund Alesger, küçük Fethali'yi evlâtlığa kabul ederek onun talim terbiyesi ile meşgul olur. Mirza Fethali de hayatının sonuna kadar onu ikinci babası sayar ve resmî devlet hizmetine girdiği zaman, Hacı Alesger'in taşıdığı adı (Ahund) soyadı olarak alır. Mirza Fethali, 1825 yılına kadar Güney Azerbaycan'da yaşar ve ilk tahisini de burada, üvey babası Ahund Alesger'den alır. 1825'te aile Kuzey Azerbaycan'a dönerek Gence şehrine yerleşir. 1826'da ise Ahund Alesger kardeşi, kızını ve oğulluğunu alarak memleketi Şeki'ye götürür ve bir süre burada kalırlar. Mirza Fethali, üvey babası Hac ziyaretinden döndükten sonra Şeki'deki Rus okuluna devam eder. 1834'te Ahund Alesger, onu Tiflis'e götürerek Kafkas başkomutanlığında Şark dilleri tercümanı görevi almasına yardımcı olur. Hayatının sonuna kadar Tiflis'te yaşar. Azeri Türkçesi, Osmanlı Türkçesi, Rus, Fars ve Arap dillerini mükemmel bilen bir devlet memuru olarak Mirza Fethali Ahundzade, Rusya'nın doğu siyasetinin oluşmasında rol oynamıştır. Meselâ, 1840'ta Rusya ile Türkiye arasındaki sınır ihtilâflarını araştıran komisyonda çalışmış; 1846'da Rusya ile iran arasındaki diplomatik görüşmelere katılmış; 1848'de yeni tahta çıkan İran hükümdarı Nesreddin Şah'a, Rus imparatorunun tebrik mektubunu götüren delegelerin arasında bulunmuştur. Bu geziler, yalnız onun siyasî görüşlerinin şekillenmesinde değil, eserlerinin konusunda da etkili olmuştur. Mirza Fethali Ahundzade, sanat hayatına Azerî Türkçesiyle ve Farsça yazdığı şiirle başlamıştır. Onun şiirlerinin büyük bir kısmını Zakir, Nâtevan, Caferkulu Han Neva gibi san'at adamı olan çağdaşlarına yazdığı manzum mektuplar teşkil etmektedir. Şiirleri içerisinde tecnislere, gazellere, manzum hikayelere, hicivlere de rastlamak mümkündür. Şiir açısından Ahundzade'nin etkilendiği üstadlardan birisi de Mevlâna Celâleleddin'dir. Milletin önündeki büyük problemlerin kısa zamanda çözülmesi, halkın manevî ve kültürel açıdan çağdaşlaştırılması için şiirin imkânlarını yeterli saymayan Ahundzade, drama el atmış ve 1850-1855 yılları arasında bu türün Türk dünyasında ilk örnekleri olan altı şaheser komedisini yazmıştır. Milleti cehalet ve gerilik uykusundan uyandırmak ve onu çağdaş kültüre kavuşturmak, uygar dünyanın eşit haklara sahip bir üyesi yapmak için mizahın, komedinin büyük önemi olduğunu Şark'ta ilk anlayan Mirza Fethali, Azerbaycan edebiyatında adeta bir ihtilâl yaparak, birkaç yüzyıllık gelenekleri olan Divan edebiyatından Modern edebiyatı köprü kurmuştur. 1857'de tamamladığı ve Azeri edebiyatında birçok araştırmacı tarafından ilk roman olarak kabul edilen Aldanmış Kevakib adlı eseri, 1859'da Tiflis'te Temsilat adı ile yayımlanmış ve kısa zamanda yazarına hem Türk dünyasında, hem de Batı'da büyük şöhret kazandırmıştır. 1864'te Ahundzade, edebî ve fikrî hayatının en önemli olaylarından biri saydığı Kemalüddövle Mektubları adlı eserini bitirmiş ve ömrünün sonuna kadar gösterdiği bütün çabalara rağmen, bu eseri ne Rusya sınırlarında ne de Batı'da yayımlatabilmiştir. Azerbaycan edebiyatına bir edebî tür olarak eleştirinin getirilmesi de Mirza Fethali'yle başlar. Onun, "Fehrist-i Kitab", "Nezm ve Nesr Hakkında", "Tenkit Risalesi", "Mirze Ağanın Piyesleri Hakkında Kritika" adlı makaleleri yanlışlık ve noksanları açığa çıkarmayı bir amaç olarak alan çağdaş ilmî tenkidin Azerbaycan edebî hayatında ilk örnekleidir. Şarkın ilk dram yazarı olan Mirza Fethali Ahundzade, 1878 yılında Tiflis'te vefat etmiştir. Musa Carullah
Kazanlı Türk - İslam bilgini, fikir ve aksiyon adamı. Müellif, müceddid, araştırmacı.. 1875 yılında Rusya'nın Rostov - Na_Don şehrinde doğdu. Babası Yârullah Efendi, annesi Habibullah Efendi'nin kızı Fatıma Hanım'dır. İlk öğrenimini annesi Fatıma Hanım'dan aldı. 11 yaşında Rostov Rus Teknik Devlet Lisesi'ne girdi. Yükseköğrenimini bu liseyi bitirdikten sonra Buhara'da yaptı. Buhara'da Farsça, Arapça ve İslâm ilimlerini öğrendi. İkram Efendi ve İvaz Efendi'den fıkıh ve felsefe; Şerif Efendi'den matematik ve astronomi dersleri aldı. Öklid, Pisagor, Arşimed, Eflâtun, Aristo, Descartes, Bacon ve fikirlerini öğrendi. Hocaları için matematik alanındaki bazı eserleri Rusçadan Türkçeye çevirdi. Buhara'da din ilimleri yanında felsefe, matematik ve astronomi alanlarında da derinleşen Bigiyev, tahsilini ilerletmek üzere İstanbul'a geldi. Burada önce Mühendislik Mektebi'ne kaydoldu. Ancak; yakınlarının ve hocalarının tavsiyesiyle tekrar İslâmî ilimlere yöneldi. İstanbul'dan aynı amaçla Mısır'a geçti. Kahire El-Ezher Üniversitesi'ne kaydoldu. Bir süre sonra bu okuldan da ayrılarak, özel araştırma ve çalışmalar yaptı. Muhammed Abduh'un derslerine devam etti. Mısır Milli Kütüphanesi'nde Kur'an tarihi üzerine araştırmalar yaptı. Mısır'dan Hicaz'a geçti. Mekke ve Medine'de iki yıl dinî araştırmalar yaptıktan sonra Hindistan'a intikal etti. Hintli alimlerle görüş alışverişinde bulundu. Diyubent İslâm Üniversitesi'nde altı ay süreyle ilmî çalışmalar yaptı. Hindistan'dan tekrar Kahire'ye dönen Bigiyev; üç yıl burada kaldıktan sonra önce Beyrut'a, oradan Şam'a gitti. Onbir yıl süren bu seyahatlerden sonra 1904 yılında doğduğu topraklar olan Kazan'a döndü. Bigiyev, bu seyahatları şu sözleriyle değerlendirir: "-Büyük ümitlerle İslâm âlemini gezdim. Buhara, Türkiye, Mısır, Hicaz, Hint ve Şam diyarlarında dolaştım. Dinî medreselerin her birini gördüm. Fakat vatanıma maalesef akıbet-i tam kanaatle değil, temam-ı hayretle döndüm." 1904 yılında Arapça, Farsça ve İslâmî ilimleri öğrenmiş olarak doğduğu topraklara dönen Musa Carullah Bigiyev, burada "Tarih-ü'l-Kur'an ve'l-Mesahif" adlı eserini yazdı. 1905 yılında Kahire'de tanıştığı İbrahim Şevket Kemal Efendi'nin kızkardeşi Esma Aliyye Hanım ile evlendi. Bigiyev, ilim tahsiline doymayan bir kişi idi. Nitekim sekiz çocuk sahibi olduğu bu mutlu evlilikten sonra da eşini ve çocuklarını annesine bırakarak Petersburg Rus Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. Bir taraftan Hukuk tahsili yaparken, diğer yandan özel çalışmalarıyla Arapça ve İslâmî bilgilerini artırmaya devam etti. Rusya'da Rus-Japon Harbi'nden sonra 1905 yılında patlak veren ihtilal, Musa Carullah'ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Zira bu ihtilal üzerine Rusya'nın otokratik devlet yapısı meşruti monarşiye dönüşmüş ve Rus halkıyla beraber Rusya dahilindeki Türklere de bazı siyasi-dini hürriyetler verileceği ümidi doğmuştur. Kazan Türkleri, Musa Carullah ve emsali din ve fikir adamlarının öncülüğünde kapsamlı bir faaliyet başlatmışlardır. Bigiyev, bu amaçla 1906 yılında Ülfet Gazetesi'ni çıkarır. Bu gazetede ve diğer yayın organlarında yazdığı fikri yazılarla Kazan Türklerinin fikri uyanış dönemini başlatır. Bu dönemde gerçekleştirilen beş büyük kurultayın öncülüğünü yapar. 1906 yılında yapılan Nijni Novogorot Müslüman Kurultayı'nda başkâtiplik yapar ve bu kurultayın zabıtlarını "Islahat Esasları" adıyla yayınlar.Aynı yıl içinde gerçekleştirilen 3. kurultayda, kurulmasına karar verilen siyasî partinin yönetiminde yer alır.Bu faaliyetler Rus Çarlığı'nı rahatsız eder. Ülfet Gazetesi kapatılır ve baskı dönemi tekrar başlar. Artık, Musa Carullah'ın "Sürgün dönemi" başlamıştır. Japonya'dan, Hindistan, Mısır ve Almanya'ya sayısız seyahatler yaparak araştırmalarına devam eder.. Bigiyev, bu çalışmaları sonunda 120 eser yazar. Bunların çoğu imkânsızlıklar içinde yayınlanır.Eserlerinde Kur'an ve Sünnet temelinden kopmayan "ictihad" derecesinde yenilikçi fikirler öne sürer.Bu yönü ile hem "selefçi", hem "yenilikçi" bir görüntü sergileyen bu büyük fikir ve aksiyon adamı, 1949 yılında 75 yaşında iken Kahire'de vefat etti. Mustafa Abdulcemil
Kırımoğlu Sürgünde yaşayan bir anne - babanın çocuğu olarak 13 Kasım 1943'te Kırım'ın Fraydorf Rayonu Boz köyünde doğdu. Babası Abdülcemil, annesi ise Mağfure Hanım'dır. Cemiloğlu'nun nüfusa kayıtlı olduğu asıl memleketi ise Sudak Rayonu Ayserez köyüdür. Ayserezliler, büyük sürgünden 14 yıl önce 1930 yılında Sibirya'ya sürgün edilmişlerdi. Cemiloğlu'nun anne - babası gizlice Kırım'a döndüler. Ama hem tanınmamak için, hem de mal-mülklerine el konulduğundan, kendi köylerine değil, Kırım'ın ayrı bir bölgesine, Fraydorf Rayonu'na bağlı Bozköy'e sığındılar. Cemiloğlu bu köyde doğdu.Henüz 6 aylıkken 1944 büyük sürgünü geldi. Anne - baba bu defa Özbekistan'a sürüldü. Bu ülkenin Andican bölgesinin Aim köyünde iskân edildiler. İlkokul öğrenimine 1949 yılında burada başladı. 1959 yılında Taşkent'teki Ortaasya Devlet Üniversitesi'nin Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi'ne başvurdu.Mustafa Abdülcemil'in evrakını inceleyen Özbek Tesellüm Komisyonu Başkanı, kendisini çağırarak bu fakülteye Kırım Tatarlarının kabul edilmeyeceğine dair "gizli emir" bulunduğunu bildirdi ve başvuru evrakını iade etti. O yıl için okuma imkânı kalmayan Mustafa, sınıf arkadaşları üniversiteye giderken, yaşadıkları Mirzaçöl kasabasında bir fabrikaya işçi olarak girdi. Tornacı ve çilingir olarak çalıştı. İki yıl sonra buradan da ayrılmak zorunda kaldı ve Taşkent'e gitti.1962 yılında "Taşkent Sulama ve Ziraat Mekanizasyonu Enstitüsü"ne kaydolmuş ise de, üç yıl sonra KGB'nin talebi ile ve benzer gerekçelerle buradan da çıkarıldı.Artık öğrenim hayatı bitmişti. Üç yıl okuduğu enstitüden atıldıktan sonra artık Mustafa Abdülcemil'in Kırım - Tatar Türklüğünün haklarının iadesi için fiili mücadelesi başlamış oldu. Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, bugün Kırım - Tatar Türklüğünün efsanevi ismidir.
Müstecip Ülküsal
1899 yılında Dobruca'da dünyaya gelen Müstecip Ülküsal, 19 yaşına kadar hiç görmediği Kırım'ın hürriyet ve istiklâline kavuşabilmesi mücadele etmiştir. İlk öğrenimini Dobruca'da, orta öğrenimini İstanbul'da yapmış; I. Dünya Savaşı başlayınca İstanbul'a dönemediği için iki yıl süreyle Köstence'de Mecidiye Müslüman Seminar'ına devam etmiştir. 1916'da Romanya'nın savaşa katılmasıyla Seminar kapanmış ve öğrenimi yarım kalmıştır. Bundan sonra üç Türk arkadaşıyla birlikte kendi köyünde öğretmenlik yapmaya başlamış, bu arada Tonguç adını verdikleri bir kültür ve spor derneği kurmuştur. 1918 yılında Kırım'daki Sulkiewicz hükümeti, Kırım kökenli aydınların yurda dönmeleri için çağrıda bulununca Ülküsal, bir Rus şilebiyle kaçak olarak Akyar limanına gitmiştir. Burada Almanlar tarafından yakalanmış ve kısa bir süre tutuklu kalmıştır. Serbest bırakılınca önce Bahçesaray'daki Kaytmaz Ağa Okulu'nda, daha sonra Fatisala ilkokulunda öğretmenlik yapmıştır. 1920 yılında Kırım'dan ayrılıp kaçak olarak bir Türk motoruyla Ereğli'ye geçmiştir. Türkiye'de lise öğrenimini tamamladıktan sonra, 1922 yazında Romanya'ya dönerek Bükreş Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydolmuştur. 1926 yılında mezun olup Avukatlık yapmaya başlayan Müstecip Ülküsal, derneklerde, okullarda "Türk birliği ve Türkçülük" konularında konferanslar vermiş, Türk gazetelerinde makaleler yazmıştır. 1930 yılının başında ise, Emel Mecmuası'nı yayımlamıştır.. Kırım Kurultay Hükümeti'nin eski Dışişleri Bakanı ve Kırım Milli Merkezi Başkanı Cafer Seydahmet Kırımer'in önerisi ve önderliği ile Emel Mecmuası, Kırım Türklerinin ve Kırım İstiklâl davasının resmi yayın organı ilan edilmiştir. Dobruca'da, Türkiye'de, Polonya'da, Bulgaristan'da yaşayan ve bu davayı benimseyenler, Emel'in hem yardımcısı, hem de destekleyicisi olmuşlardır. Bu gelişmelerden kuvvet alan avukat Ülküsal, arkadaşlarıyla birlikte Kırım Tatarlarının yaşadığı bütün şehir, kasaba ve köylerde Dobruca Türk Hars Birliği'ni kurmuş, Emel Mecmuası'nda birliğin tüzüğünü basarak, bütün şubelere göndermiştir. 29 Mayıs 1934'te birliğin ilk kurultayı toplanmış, Müstecip Ülküsal bu birliğin başkanlığına getirilmiştir. 1936 yılında evini ve matbaayı Köstence'ye taşıyan Müstecip Ülküsal, 20 Şubat 1936'da arkadaşlarıyla birlikte Dobruca'da yaşayan Kırım Türklerinin karşılaştığı zorlukların Romenler tarafından daha iyi anlaşılabilmesi için Halk-Poporul adıyla bir sayfası Türkçe, bir sayfası Romence haftalık küçük bir gazete çıkarmıştır. 1940 yılı Temmuz'unda maddi sıkıntıya düştüğü için eşi ve çocuğunu Çankırı'ya bırakarak geri dönmüş, Emel Mecmuası'nı çıkarmaya devam etmiştir. Aynı yılın Eylül ayında derginin kapanmasına karar vererek Türkiye'ye gelmiştir. 1941 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'nde fark sınavlarını vererek diploma almış ve hakim adaylığı stajına başlamıştır. Kırım Milli Merkezi Başkanı Cafer Seydahmet Kırımer ve arkadaşlarının aldığı karar uyarınca, Almanya'da Kırım Türk Milli Teşkilatı kurmak, Kırım kökenli mülteci, işçi ve esirlerin Kırım'a dönmesini sağlamak, Kırım'da yeniden kurulacak Milli Hükümet ile işbirliği yapmak üzere görevlendirilen Ülküsal, Dr. Edige Kırımal ile birlikte Berlin'e gitmiş ve 9 ay orada kalmıştır. Yaptığı girişimler neticesinde Kırım'a gitme izni alamayınca Türkiye'ye dönmüştür.1960 yılında Ankara'da yayın hayatına yeniden başlayan Emel Dergisi'nde 1986 yılına kadar yazdığı makaleleriyle Kırım Türklerinin Milli davasını dünya kamuoyuna duyurmaya çalışmıştır. Müstecip Ülküsal, vatansever, hürriyet aşığı gerçekçi bir yazar, hukukçu ve fikir adamıdır. Hayatı boyunca dil ve din birliğinin önemini vurgulamış, birlik ve beraberlik olmadıkça hiçbir yere ulaşılamayacağını görmüş, hürriyet ve istiklâle ancak kültür bütünlüğünü korumakla ulaşılacağına inanmış, öğrenim ve eğitimde yeniliği hedef göstermiş, dürüstlüğü, bilgiyi, erdemi, inancı ve çalışkanlığı rehber edinmiştir. Romence, Fransızca, Almanca bilen, Kırım ve Kazan Tatarcası ile Türkçenin birçok lehçesine vakıf olan Müstecip Ülküsal'ın Emel Mecmuası'nda, Romanya'da 103; Türkiye'de 214 makalesi yayımlanmıştır. 1993 yılında kitaplığını Emel Kırım Vakfı'na bağışlayan Müstecip Ülküsal, 1996 yılında vefat etmiştir
MELİKŞAH
İran’da hüküm süren Türk Selçuk hükümdarlarının üçüncüsü ve en büyüğüdür. 1054 yılında İsfahan’da doğmuş, 1092 yılında Bağdat’ta 38 yaşında iken ölmüştür. Babası Alp Arslan’ın vurulması üzerine 1072’de 18 yaşında tahta geçti. Önce amcasının isyanını bastırarak Maveraünnehir ile Harzem’i ele geçirdi. Ünlü vezir Nizamülmülk, Melikşah’ın gerek tahta çıkmasında, gerekse zaferlerinde önemli bir rol oynamıştı. Anadolu’nun dörtte üçü Melikşah zamanında elde edilmiş ve Suriye’de büyük başarılar kazanılmıştı. 1076’da Kudüs Fatımîler’den, 1085’te Antakya, iki yıl sonra da Urfa Bizanslılardan alınmıştır. Halep ve Şam da onun döneminde Selçuk idaresine geçmişti. Devletin hudutları Kaşgar’dan ve Seyhun mecrasından Akdeniz, Kızıl Deniz ve Umman Denizi’ne kadar genişlemişti. Bağdat’taki Abbasi Halifeleri de tamamıyla Selçuk İmparatorluğu’nun emri altında bulunuyordu. Yirmi sene hüküm süren I. Melikşah, cesareti gibi zekası ile, ilim sevgisi ve edebî seviyesiyle de tanınmıştır. Kendisi gibi bir Türk soyundan gelmiş olan Veziri Nizamülmülk ile birlikte hem bir çok memleketler almaya, hem de nehirlere köprüler, şehirlere kaleler ve su yolları gibi birçok eserler yapmaya muvaffak olmuştu. Büyük İran şairi Ömer Hayyam onun sarayında himaye görmüş o devrin büyük fikir adamlarındandır. Melikşah, Bağdat’ta bir rasathane kurmuş ve 1086 yılında başlayan ve dünyanın güneş etrafında dönmesi esasına dayanan bir takvim inkılabı yapmıştı ki buna “Celalî Takvimi” adı verilir. Sarayında Türkçe konuşulmakla birlikte edebî dil Farsça idi. Kendisinin pek güzel rubaileri vardır. Celaleddin Melikşah’ın Berkiyaruk, Sencer, Mehmet adlı üç oğlu vardı ki üçü de hükümdarlık yapmışlardır.
I. Ahmed’in Mah-peyker (Kösem) Sultân adlı hanımından 28 Cemaziyülevvel 1021 (27 Temmuz 1612) tarihinde İstanbul’da dünyaya gelmiş oğludur. 1032/1623 tarihinde Veliahd Şehzâde Murad, Dördüncü Murad ünvanıyla 11 yaşını 1 ay 15 gün geçe tahta çıkmıştır. Bunun en önemli sebebi, Sultân Mustafa’nın şuurdan mahrum bulunması ve Devletin de Erzurum Valisi Abaza Mehmed Paşa’nın isyanı ve benzeri olaylar sebebiyle müthiş bir zaafa maruz kalmış olmasıydı. Tecrübeli devlet adamı Sadrazam Kemankeş Ali Paşa, Şeyhülislâm Yahya Efendi ve Kazaskerlerle de meşveret ederek, çocuk yaşta olmasına rağmen Sultân Ahmed’in en büyük ve erşed şehzâdesi Murad’ın Padişah olmasını zaruri görmüşlerdi. Mecnûnun yani akıl hastasının imâmeti yani Halife olması caiz görülmediğinden Padişah’ın hal‘i gerektiğini ve oğluna dokunulmayıp Saray’daki odasında göz hapsine alınacağını Vâlidesine ilettiler ve 9 Eylül 1623 sabahı Sultân Murad’ı halife ve hükümdâr ilan ettiler. Sultân Murad, Ebâ Eyyub’ül-Ensârî türbesinde, asrın maneviyat reislerinden Aziz Mahmûd Hüdâyî’nin eliyle kılıç kuşanmıştır. IV. Murad’ın saltanat devresini iki ana bölüme ayırmak icab etmektedir: Birinci Safha: IV. Murad’ın ismen Padişah olduğu, ancak devleti annesi Kösem Sultân ile Sadrazamlarının ve Şeyhülislâm ve benzeri devlet adamlarının yönettiği devredir (1032/1623-1041/1632). Bu devre, 8 küsur sene devam etti. Sultân Murad işbaşına geldiğinde, Yeniçeriler çok fazla şımarmışlardı. Padişahın huzuruna kadar giren yeniçeri ağaları ve ocak çorbacıları, Padişahın adamlarını katletmeye kadar işi vardırmışlardı. Memlekette rüşvet ve yolsuzluk aşırı derecelere ulaşmıştı. Dış ve iç hazineler bomboş olduğundan ocaklara cülûs bahşişi bile verilememekteydi. Hatta Enderun’daki altın ve gümüş eşya Darphâneye gönderilerek cülûs bahşişi verilmeye çalışılmıştı. Devletin itibarı ve siyasi durumu da iyi değildi. Erzurum Valisi Abaza Mehmed Paşa isyan etmiş ve eline geçirdiği yeniçerileri katletmeye başlamıştı. Sultân Osman’ın kanını isterim diyerek Genç Osman olayını bahane edip Devlete kan kusturmaktaydı. Diğer tarafdan fırsatı ganimet bilen İran da Bağdad’da isyan çıkartmış ve hatta Bağdad’ı ele geçirmişti. Kısaca içeride celâlî denilen zorbalar ve dışarıda da İranlılar Osmanlı Devleti’ni sarsmaktaydı. Böyle bir durumda IV. Murad’ın tahta geçmesine vesile olan Sadrazam Kemankeş Ali Paşa da gururlanmış ve suiistimallere başlamıştır. Bunu fark eden ve hakkı söylemekten çekinmeyen Şeyhülislâm Yahya Efendi, 1032/1623 Ramazan Bayramında vâki olan ziyâretinde Sadrazamın rüşvet ve zorbalıklara göz yumduğunu Padişah’a iş‘âr edince, durumu öğrenen Sadrazam hemen onun da aleyhine geçmiş ve dürüst Şeyhülislâm’ı bir kısım yalan ve iftiralarla görevinden aldırarak yerine biraz da sâkin tabî’atlı olan Es’ad Efendi’yi tayin ettirmiştir. Bu da devlet için büyük bir problemdir. Böylesine sıkıntılarla Padişah olan IV. Murad, bizzat hükmedemiyordu. Hâkim devlet ricâli ve annesi idi. Şeyhülislâm Yahya Efendi’yi görevden aldıran ve suiistimallere adı karışan Kemankeş Ali Paşa’nın Padişah’tan Bağdad’ın düşmesini yalan söyleyerek saklaması, bardağı taşıran son damla oldu. Verilen idam kararıyla hayatına son verilen Sadrazamın yerine tecrübeli devlet adamı ve Kubbealtı veziri Çerkes Mehmed Paşa getirildi. Abaza Mehmed Paşa’yı takip için Doğu Anadolu’ya kadar gelmişti; ancak yolda vefât etti ve yerine Diyarbekir Beylerbeyisi Hâfız Ahmed Paşa tayin edildi. Kösem Sultân’ın büyük kızı Ayşe Sultân ile evlenip Damad sıfatını da alan Hâfız Ahmed Paşa, Abaza Mehmed Paşa’nın affedilip Erzurum Valiliğinde ibkası üzerine, Bağdad’da Bekir Subaşı’nın çıkardığı isyanı bastırmak üzere Bağdad tarafına serdar-ı ekrem ve sadrazam olarak hareket etti. İyi bir komutan olmadığından muvaffak olamadı ve 1626 yılında azledildi. İran Şahı Şah Abbas Bağdad isyânını körüklüyor ve hatta gönderdiği askerlerle onları destekliyordu. Bağdad Valiliği Bekir Subaşı’ya verilerek mesele halledilmek istendi. Yerine Damad Halil Paşa ikinci defa sadrazam oldu ve yeniden patlak veren Abaza isyânını bastırmak üzere Erzurum’a gönderildi. Ancak bu da başarılı olamadı ve 1628 yılında görevden alındı. Bunun yerine muhteris, otoriter ve becerikli bir komutan olan Dâmâd Hüsrev Paşa Sadrazamlığa getirdi. Önünde Abaza isyanını bastırmak meselesi vardı. Büyük bir mahâretle bu problemi, 1628 yılının 9. ayında çözdü ve Abaza’nın askerleri terhis olundu ve kendisi de İstanbul’a getirildi. Sultân Murad, ağabeyi Osman’ın kanı için mücadele eden bu komutanı Bosna Beylerbeyi yaparak taltif etti. Mesele de halledilmiş oldu. Ancak bu sırada İran Şahı Bağdad’da ikinci isyanı çıkarmış ve Bağdad üzerine yürüyerek burayı işgal etmişti. Bu İran’la savaş yapılacak demekti. Yeniçeriye dayanan ve emniyet ve âsayişi temin ediyorum diyerek epeyce zulümler icra eden Hüsrev Paşa, bizzat Bağdad üzerine yürüdü. Ancak Bağdad’ı alamadı ve 1631 yılının onuncu ayında bu görevden azledildi. Yerine de yine Dâmâd Hâfız Ahmed Paşa getirildi. Hâfız Ahmed Paşa’nın işi zordu. Zira hem Tokat’taki ma’zul sadrazam ve onun işbirlikçisi olan Damad Receb Paşa ile uğraşmak zorundaydı ve hem de İran Devletine karşı olan savaşı yönetecekti. Gerçekten ikincisine sıra gelmeden hayatı sona erdi. Zira IV. Murad’ın zorba başı dediği Damad Receb Paşa yeniçeriyi ve kapıkulu sipahilerini isyana teşvik etti. Maalesef bütün bu isyan tahriklerinde Nâibe-i Saltanat Kösem Sultân’ın da müdahalesi vardı ve isyancıları destekliyordu. Bütün arzuları kukla bir padişahla devleti idare etmekti. 19 Receb isyanı diye bilinen bu isyan neticesinde Hâfız Ahmed Paşa, Padişah’ın gözü önünde isyancılar tarafından öldürüldü ve Zorbacı başı Receb Paşa 1632 yılının bu zorlu günlerinde Sadrazamlığa getirildi. Sultân Murad, zorbacı başı Receb Paşa’nın entrikalarının ardında mâzul Sadrazam Hüsrev Paşa’nın bulunduğunu biliyordu. Ayrıca isyan eden zorbalar, sadece Ahmed Paşa’nın öldürülmesiyle yetinmiyorlardı. Es’ad Efendi’den sonra yeniden Şeyhülislâm olan Yahya Efendi’nin de bu görevden alınmasını istiyorlardı. Nitekim alındı ve yerine Ahi-zâde Hüseyin Efendi Şeyhülislâmlığa getirildi. İsteklerinin sonu gelmiyordu. Sultân Murad evvela, Murtaza Paşa’yı tavzif ederek Tokat’taki Hüsrev Paşa’nın ele geçirilmesini istedi; teslim olmadı ve sonra da öldürülüp halka cesedi teşhir edildi. Bunun üzerine Receb Paşa yeniden kapıkulu askerlerini tahrik ederek 20 Şaban ihtilali diye bilinen ikinci isyanı çıkarttı. Veliahd Şehzâde Bâyezid Padişah yapılmak istendi; ancak muvaffak olunamadı. IV. Sultân Murad, ipleri ele almaya başlamıştı ve hemen devleti tehlikeye sokan Recep Paşa’yı 18 Mayıs 1632 tarihinde idam ettirdi. Bunun üzerine Sultânahmed Meydanına toplanan isyancı askerler yeniden anarşi çıkarmak istediler. Ancak Sultân Murad zeki davrandı ve açık bir divan yaparak âlimler, devlet ricâli ve askerlerin huzurunda, halkın da duyabileceği şekilde tarihî bir nutkunu îrâd eyledi. Anarşinin devletin temellerine girdiğini, ordunun savaşamaz hale geldiğini, askerin siyâset ile uğraşmaktan işini yapamadığını, devleti bir avuç zorba ve hırsıza yedirmeyeceğini, şerî’ata, kendisine ve kanuna itaat etmeyen kim olursa olsun hakkından geleceğini bildirdi. Padişah, “Allah’a, O’nun Peygamberine ve sizden olan ülü’l-emre itaat ediniz” mealindeki âyeti okudu ve tefsir etti. Arkasından “Habeşli bir köle dahi olsa başınızdaki âmirlere itaat ediniz” manasını taşıyan hadisi zikredip şerh etti. Ve şununla bağladı: “Sizin sadakatiniz şu vakit doğrudur ki, aranızda tefrikaya mahal vermeyesiniz. Aranızdaki müfsidleri barındırmayasınız. Allah’ın emrine ve Resûlüllah’ın hadisine aykırı hareket edenleri desteklemeyesiniz. Ben ki, halifeyim, bana itaat etmeyip celâliler ve haricîler mesabesindeki eşkıyaları desteklerseniz, memleketin hali ne olur?”. Bu fevkalade ikna edici konuşmayı dinleyen halk ve devlet ricali, Padişah lehine çok büyük tezâhürât yaptılar ve IV. Murad’ın asıl saltanat yılları başlamış oldu. İkinci Safha: IV. Murad’ın ikinci ve asıl saltanat safhasıdır ki, Receb Paşa’nın katledilip zorbaların tasfiye edildiği 1041/1632 yılından başlar ve vefâtına yani 1640 yılına kadar devam eder. Son sekiz yıl Sultân Murad’ın asıl saltanat yıllarıdır. IV. Murad 21 yaşına gelmiş ve çocukluk devresini bitirerek devleti idare edecek tecrübeye sahip olmuştu. Devletin idaresini ele alır almaz, Tabanı Yassı Mehmed Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Evvela devlet toprakları üzerindeki emniyet ve âsâyişi temin etmeye başladı; sonra da Devleti tehdit eden başta İran olmak üzere dış tehlikelere yöneldi. Şimdi bunları da çok kısa olarak özetleyelim: 1) IV. Murad’ın ilk yaptığı icraat, Ağabeyi Genç Osman’ın ölümüne yol açan ve memlekette huzuru bozan zorbacıların elebaşılarını teker teker temizlemek oldu. Gerçekten Saka Mehmed, Gürcü Rıdvan, Cadı Osman ve benzeri eşkıya reisleri hemen idam edildi. Bunlardan Beyşehri, Seydişehri ve çevresini kasıp kavuran Deli İlâhî, İstanbul’a getirilerek katl olundu. Balıkesir çevresinde Solakoğlu diye bilinen İlyas Paşa, Küçük Ahmed Paşa’nın gayretleriyle ele geçirildi ve ortadan kaldırıldı. Yine Lübnan ve Suriye taraflarında zulüm rüzgarları estiren Dürzi lider Maanoğlu Fahreddin ve oğlu Mes’ud da İstanbul’a celb olunduktan sonra 1635 yılında idam edildiler. 2) İstanbul’da 1043/1633 yılında çıkan ve İstanbul’un yaklaşık beşte birini yakıp yıkan büyük yangın üzerine, bunu da bahane eden IV. Murad, zamanın Şeyhülislâmı Ahi-zâde Hüseyin Efendi’den de fetvâ alarak, tütün ekmeyi ve tütün içmeyi yasaklamıştır. Ancak Şeyhülislâmdan aldığı fetvâyla bununla kalmamış ve çıkarılan yasağa uymayanları, devlete isyan etmiş kabul edip katl etmeye başlamıştır. Solak-zâde, tütün yüzünden katle şer‘î cevaz veren Şeyhülislâm sonradan idam edilince, kendisi hakkında “Cezây-ı sezâsını buldu” ifadesini kullanmıştır. IV. Murad, tütün yasağı ile yetinmemiş ve o devirde zorbaların, işsizlerin ve de eşkıyanın toplantı yerleri haline gelen kahvehâneleri de hem kapatmış ve hem de yasağa rağmen içki içip sarhoş olanları gerekli cezalarla cezalandırmıştır. Her iki hadiseyi de, memlekette kaybolan huzuru yeniden tesis etmek gayesiyle ve de eşkıyanın gözünü korkutmak için yaptığı ifade edilen Sultân Murad, bazı tarihçilere göre, bütün Osmanlı arazilerinde yaklaşık 20.000 eşkıyayı ortadan kaldırmıştır. Elbette ki bütün tasfiyeler sırasında bazı mazlumlar da zulme maruz kalmış olabilir. 3) Sultân Murad’ın eski Osmanlı Padişahlarından farklı olarak yaptığı bir icraat da, o zamana kadar “Görevden azl olunur ve nefy olunabilir; ancak katl olunmaz” diye bilinen kuralı çiğneyerek, ulemâ sınıfından bazı insanları da idam ettirmesidir. 1043/1633 yılında İzmit, İznik ve Bursa taraflarına doğru düzenlediği teftiş seyahatinde, rüşvet iddiaları ve yolsuzluk ithamları yüzünden İznik Kadısını idam ettirmiştir. Bu durumu, teessüfle Vâlide Sultân’a bir tezkire ile duyuran ve tezkiresinde “Kendülerini bedduadan sakınırız. Umulur ki, siz kendilere nasihat buyurub âlimler zümresinin hayır duasını aldırasınız; ecdadının hürmet gösterdiği bu zümreye Padişah da hürmet göstere” ifadelerini kullanan Şeyhülislâm Ahi-zâde Hüseyin Efendi, Vâlide Sulân tarafından hemen menfi ithamlarla Padişah’a ihbar edilmiştir. Maalesef Sultân Murad, Şeyhülislâmı Padişaha isyan hazırlığı suçundan idam ettirmiştir. Bu Şeyhülislâm, kardeş katline de karşı çıkan ve bunu bizzat Sultân Murad’a hatırlatan cesur bir ilim adamıdır. 4) Osmanlı Devleti’nin iç ahvâlindeki bu karışıklıktan istifade eden İran Şah’ı, yeniden Bağdad’a saldırmış ve Bağdad’ı ele geçirmiştir. Padişah, sadrazamları tarafından yapılan harekâtlar netice vermeyince, bizzat kendisi İran üzerine iki ayrı sefer düzenlemiştir. Birinci İran Seferi, Revan Seferi diye meşhurdur. 1635 yılında yapılan bu sefer neticesinde, Revan (Erivan) alınarak Tebriz taraflarına da akın yapılmıştır. On ay sürmüştür. İkinci İran seferi ise, Bağdad Seferi diye bilinmektedir. İranlıların Revan’ı yeniden ele geçirmeleri üzerine 1638 yılında Padişah Bağdad’a yürümüştür. Uzun süren bir muhasaradan sonra 1639 yılında Bağdad yeniden Osmanlı Ülkesine katılmıştır. Bu savaşta Osmanlı Sadrazamı Tayyar Mehmed Paşa şehid olmuştur. Daha sonra Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın başkanlığında yürütülen sulh müzâkereleri neticesinde İranlılarla Kasr-ı Şirin Andlaşması yapılmış ve savaşlara son verilmiştir. Bu antlaşma ile Erivan ve Azerbaycan İran’da; Bağdad ve havalisi ise Osmanlı Devleti’nde kalmıştır. Artık, IV. Murad, Fâtih-i Bağdad ünvanını kazanmıştır. Sultân Murad, büyük bir karşılama ile İstanbul’a döndü. Ancak nikris hastalığına müptelâ idi. Nihâyet tedâviler netice vermeyince, Ramazan Bayramının 2. günü yatağa düşen Sultân, 8.2.1640 tarihinde vefât eyledi. Cenaze merâsiminde gazalarda bindiği üç atının eğerleri ters takılarak cenazenin önünde yürütülmesi, İslâmiyet’te yok ise de, İslâma kesin aykırı bir âdet de değildir .