Dost Siteler

Faydalı Linkler

     
Kalbini engelleme, engelleri kaldır!

NiğdeLive-Niğde Hakkında-Niğde Haberleri

Nigdetarhi

Niğde Adı Nereden Geliyor?

Niğde’nin antik adı “NAHİTA” dır. Bahçeli buluntuları ve Çamardı-Kestel’de ortaya çıkarılan kalay madeni, Niğde tarihinin M.Ö 5000 yılına kadar uzandığını gösterir. Hitit ve Asur yazıtlarından M.Ö 1800’den itibaren, bölgede 1000 yıl süreyle Hititlerin yaşadığı anlaşılmaktadır. M.Ö 710’da Asurluların Hitit egemenliğine son vermesiyle bölge Friglere geçmiştir.

M.Ö 17 yılında Romalıların bölgeye gelişine kadar, Medler, Persler, İskender’in Helenistik Kapadokya Krallığı ve Bergama Krallığı yörede yaşamıştır. 395 yılında Roma İmparatorluğu ikiye ayrılınca Niğde, Bizans (Doğu Roma) toprakları içinde kalmıştır.

Türklerin (1071) Anadolu’ya gelişi ile başlayan Selçuklu Devleti egemenliği 1308 yılına kadar sürmüştür. 1470 yılından itibaren Osmanlı İmparatorluğunun kesin hakimiyetine giren bölge Cumhuriyet dönemine kadar gelmiştir.

Roma İmparatorluğu Zamanı

M.Ö. 30 - MS. 395 yıllarını kapsayan Roma devrinde Niğde bölgesi tarihinin en önemli konumlarından birini yaşamıştır. Bu dönemde Tyana(Kemerhisar Kasabası) çevresinde yoğun bir yapılaşma görülür. Saraylar,mabedler,su kemerleri ve yerleşim birimleriyle oldukça büyük bir kent konumuna getirilmiştir.

M.S. 395 yılında ise Anadolu Bizans hükümdarlığı altına girmiştir. Özellikle Kapadokya ve Ihlara Bölgesi bu dönemi yansıtır. Niğde bölgesi Bizans hükümdarlığında iken Sasani,Pers ve Arabların istilalarına uğramıştır. Tyana kenti 931 yılındaki Arap İstilası sonucu büyük ölçüde yıkılmıştır. Bu dönemin en güzel ve görkemli eserlerinden birisi Gümüşler Kasabası yakınındaki Gümüşler Örenyeri ve Manastırıdır.

Milli Mücadele Dönemi

Coğrafi konumu itibariyle Niğde, Akdeniz bölgesini Orta Anadolu'ya ve Sivas başyaylasına dolayısıyla Doğu Anadolu'ya, Ereğli ve Ankara yolları ile de Batı ve Karadeniz bölgelerine bağlayan iki çok önemli boğazı kontrol altında tutmakta idi. Bunlardan birincisi Gülek Boğazı, ikincisi ise Zamantı-Yahyalı yolu idi.

Çukurova bölgesi işgale başlanır başlanmaz Niğde’de bulunan 41 nci Tümen’in mevcut askerleri ve Niğde, Bor ve Pozantı gönüllülerinin oluşturdukları Kuvayı Milliye, Pozantı’nın olası bir işgale karşı muhafazası için bölgeye yerleşti. Stratejik noktaları kontrol altına aldı ve buradan gelecek herhangi bir düşman saldırısını bertaraf etmeye hazır bir konuma geldi. Bu iyi tahkimat ve konuşlanma sayesinde bu bölgeden düşman girememiştir.

Pozantı’da alınan bu tedbirlerin diğer bir geçiş yolu olan Zamantı-Yahyalı yolu üzerinde de alınması gerekiyordu. Fransızların Kozan’ı ele geçirdikten sonra yukarıdaki yol ile Aladağlar’ı aşıp Orta Anadolu’ya girecekleri anlaşılınca, hemen bu bölgede faaliyetler başladı. Aladağlar’ın gerek güneyi, gerekse kuzeyinde hızlı bir harekete girişildi.

1920 yılı Kasım ayı başlarında Yahyalı’da adı geçen yolu kontrol altında tutacak 50 kişilik bir birlik oluşturuldu. Bu birliğin komuta kademesi, askerinin bir kısmı ile silah ve mühimmatını Niğde ‘den temin ediyordu.

Fransızların ilerleme ihtimalleri arttıkça bu yoldaki tahkimat ve alınan tedbirlerde artıyordu. Nitekim 20 nci Kolordu Komutanı A.Fuad Bey’in Çukurova Bölge Komutanı Kemal Bey’e verdiği emirde;

“Niğde Bölgesinde tertip edilen müfrezeler, kararlaştırıldığı gibi Karaisalı bölgesine gideceklerdir. Yahyalı’da bir nizamiye bölüğü ile milli müfrezeler, Sis dolaylarına hareket edeceklerdir...”Alınan bu tedbirlere rağmen, bazı Ermenilerin öncülük ettiği bir grup Fransız öncü birliği Ulupınar Köyü yakınlarındaki bir mağraya kadar ulaşabildiler ve burayı karakol yaparak bir müddet burada kalmaya çalıştılar. Bunu haber alan 41 nci Tümen Komutanlığı, Şükrü Efendi komutasındaki bir taburu bölgeye gönderdi. Anılan birlik Yahyalı’ya ulaşınca Ulucami yanındaki medreseyi kendisine karargah yaptı, çevre köyler, aşiretler ve Yahyalı ahalisini teşkilatlandırarak bir strateji hazırlamaya başladı. 41 nci Tümen Komutan Yardımcısı Yarbay Mümtaz Bey’in bölgeye gelip komutayı ele almasından hemen sonra başlayan çatışma kısa sürede başarıya ulaştı, düşman askeri imha edilmişti. Fransızlara yardım eden Ermenilerin pek çoğu bu çatışmada Fransızlarla birlikte muamele gördüler, geriye kalanlar ise bölgeyi terk ettiler.

Stratejik olarak bu askeri tedbirleri başarıyla uygulayan Niğde teşkilatı aynı zamanda bölgede meydana gelebilecek anarşik eşkıya hareketlerine karşı da icabeden tedbirleri aldı. Bu suretle Niğde ve civarında Türkiye geneli itibariyle yüksek bir ortalamada bulunan gayr-i müslimlerin olası taşkınlıkları ve iç isyanlarına karşı da gereken tedbirler alınmıştı.

Bilindiği üzere bu dönemde cephede eksikliği hissedilen yeğane şey, mühimmat ve erzak idi. Bunların temini hususunda Büyük Millet Meclisi tarafından ilan edilen Tekalif-i Milliye Kanunu herkesin malumudur. Bu büyük ihtiyaç, bütün yurt çapında hamiyetperver insanlarımız tarafından karşılanmaya çalışıldı. Bu hususta da Niğde üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdi. Gıda maddeleri olarak özellikle buğday, arpa, baklagiller, soğan vs. gibi temel besin maddeleri ihtiyaç duyulan yerlere gönderildi. Niğde’den yapılan bu hayiti destek Mustafa Kemal tarafından yollanan takdirnamelerle ödüllendirilmiştir.

Niğde’den yapılan lojistik destek sadece gıda maddeleriyle sınırlı kalmadı. Nakil Vasıtaları, araç-gereç ve giyecek maddeleriyle de devam etti. Niğde’nin yetiştirdiği emekli veya terhis olmuş subay, er vs. askerlerde gönüllü birlikler olarak Batı ve Adana cephelerinde vuruşmuşlardır. Niğde, gerek Heyet-i Temsiliye döneminde, gerekse Büyük Millet Meclisi döneminde Anadolu hareketini gönülden desteklemiş ve bu desteğini Sivas ve Ankara’ya gönderdiği delegelerle de ispatlamıştır.

Atatürk Niğde'de

Çok sevdiğini ve arzuladığını defalarca dile getirmesine rağmen Atatürk, Niğde'ye bir kez teşrif etmiştir. Onu Niğde'ye getirmek için yapılan teşebbüsler Cumhuriyet’in hemen ilk yıllarına rastlamaktadır.

1924 yılının Sonbaharı'nda (28 Ağustos-18 Ekim) başlayan gezide Kayseri'ye gelindiğinde başta Niğde valisi olmak üzere Niğde'den bir heyet Niğdelilerin selam, muhabbet ve davetlerini iletmek üzere huzura varırlar. Heyet selam ve arz-ı hürmetten sonra, kendisinin bir gecelik olsun Niğde'ye uğramaları yolunda halkın yoğun isteği bulunduğunu beyan eder. Gazi bu davet üzerine: "... Size söz veriyorum, Niğde'ye geleceğim ve aranızda bir gece kalacağım. Yalnız biz elli günden beri seyahatteyiz, merkezi hükümetten çok uzak kaldık. Bu defa bizi affedin, bilahare geleceğiz. Benim Niğde'ye karşı alakam büyüktür. Niğdelileri her zaman sevmişimdir." Bu ilk teşebbüsten sonra, hemen her fırsatta bu yöndeki istekleri tekrarlanmıştır. Çok arzu edilen bu ziyaret ancak 1934 yılı Şubat ayında gerçekleşmiştir.

Atatürk'ün Niğde'yi de içine alan "Orta Anadolu Seyahati" 1 Şubat 1934 tarihinde Kırşehir'den başlar. Yanında Afet inan. Kılıç Ali, Ruşen Eşref inaydın, Falih Rifki Alay bulunuyordu. 31 Ocak 1934 gecesi iki otomobille Çankaya'dan yola çıkan heyetin gezisi, Bala, Kaman üzerinden Kırşehir'e, buradan Yerköy ve Yozgat'a, daha sonra tekrar Yerköy'e ulaşır ve buradan trenle Kayseri, Niğde, Konya, Eskişehir üzerinden Ankara'da sona erer.

31 Ocak 1934 gecesi başlayan gezinin 5. gününde yani 5 Şubat 1934 pazartesi günü saat 18.00 civarında Atatürk'ün içinde olduğu tren istasyona gelir. Niğdelilerin büyük tezahüratları arasında Atatürk trenden iner ve istasyon binasına girer. Bir müddet burada istirahat ettikten sonra otomobillerle şehir merkezinde bulunan halkevi binasına ulaşılır. Gittiği her şehirde halkevlerini görmeyi arzu eden Atatürk: "Bizim halkevlerine büyük ümidimiz vardır. Burası gençliğin yuvaları olacaktır. Milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığım, fitri zekasını, güzel sanatlara ilgisini, ilme bağlılığını ve milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vesile ve tedbirle besleyerek inkişaf ettirmek lazımdır, işte bunlar milli kültürümüzdür. Bu da halkevlerinde gelişecektir." sözlerini burada söylemiştir.

Sungurbey binası olarak bilinen bu halkevi binasında yemek yenir ve Niğde üzerine sohbet yapılır. Sohbet , Niğde'nin sosyal ve ekonomik problemleri üzerinde yoğunlaşır. Niğde Halkevi bu sıralarda bir dergi çıkartma hazırlığı içerisindedir. Atatürk derginin adını sorar; "Akpınar" olduğu söylenince sohbet yörenin su kaynaklarına yönelir. Bu sırada Milletvekili Halil, Çiftehan'daki kaplıcalardan bahseder.

Atatürk kaplıca hakkında daha çok malumat ister; orada bulunanlar kaplıcanın çok şifalı olduğunu ancak bir o kadar da bakımsız olduğunu söylerler. Bunun üzerine Atatürk: "Bu gibi kaplıcalara ehemmiyet vermek lazım. Ben de tedavimi Avusturya'da Karspat'da yaptım. Bana burada doktor "Türkiye'de Karsbat gibi nice şifalı kaplıcalar var, Türkiye'den niye geldin" diye sordu. Utandım... Yarın gidelim, şu kaplıcayı yerinde görelim" der ve gezi programına Çiftehan da dahil edilir. Yemekten sonra mahfele geçilir. Askeri mahfelde bir eğlence tertip edilir. Çok neşeli ge­çen bu eğlencede Atatürk'ün zeybek oynadığı söylenir. Eğlencenin akabinden bütün ısrarlara rağmen Atatürk şehirde bir evde kalmayıp kendi kompartımanına dönmüştür. Geceyi trende geçiren, ertesi günü vilayeti teşrif eden Atatürk, Niğde'ye mübadele ile gelen göçmenlerin iskanları hakkında bilgi almıştır. Şehir esnafı ile görüşen Atatürk onların isteklerini dinlemiştir. Saat 9.30'a kadar Niğde'de kalan Atatürk, tekrar istasyona dönmüş buradan yoğun tezahürat ile uğurlanmıştır.

Çiftehan Istasyonunda kısa bir mola verilir. Kaplıcaların bulunduğu mekana varılır ve kaplıcanın hali yerinde tespit edilir. Atatürk, Valiye burada şu talimatı verir: "...Burayı hemen özel idare kanalıyla yaptırın, hem gelir kaynağı olur, hem de halkın sağlığına faydası dokunur. Bunu sizden bekliyorum." Çiftehan ziyaretinden sonra tekrar yola çıkılır ve Ulukışla ve Ereğli üzerinden Konya'ya doğru hareket edilir.

Tarihin İlk İzleri

Niğde'nin tarihi ile ilk buluntular, neolitik döneme(M.Ö. 7250-5500) rastlar. Bunlar Bor Bahçeli Kasabası Roma Havuzu yakınındaki Köşk Höyük'ten ve Bor Pınarbaşı Höyüğünden çıkartılan eserlerdir. Anadolu'da Hitit dönemi olarak isimlendirilen M.Ö. 2000-7000 yıllarına ait eserler ise Kömürcü Köyü Göllüdağ Örenyeri'nden çıkartılmıştır. Helenistik dönemde ise (M.Ö.330-30) Niğde bölgesi Büyük İskender'in komutanlarından Eumenes'in kurduğu Bergama Krallığı'na dahil olmuştur. Tepe Bağları ve Ulukışla Porsuk Höyük kazılarından bu döneme ait eserler çıkartılmıştır.

Türklerin Egemenliği Başlıyor

1166 ve onu takip eden yıllarda Niğde Yöresi Türklerin eline geçmiştir. Özellikle Anadolu Selçuklular'dan I.Alaeddin Keykubat zamanında parlak bir dönem daha yaşanmıştır. Dönemin valisi Zeyneddin Beşare'nin yaptırdığı Alaedin Camii (1223) ve daha sonra yaptırılan Hüdavent Hatun Turbesi (1312) dönemin günümüze bıraktığı miraslardandır.

Anadolu Selçukluları Kösedağ Savaşında (1243) Moğollara yenilence bölge Moğolların uç beyliği olan İlhanlıların idaresine geçmiştir. 1357 yılında ise Karamanoğulları bölgenin yeni sahibi olmuşlar ve Akmedrese'yi yapmışlardır(1409).

1471 yılında ise Fatih Sultan Mehmet Karamanoğullarını yenilgiye uğratarak Niğde'yi ve diğer bölgeleri almıştır. Osmanlı döneminde Niğde eski önemini büyük ölçüde yitirmiştir. Cumhuriyetin kurulmasıyla 1923 yılında il statüsüne kavuşmuştur.

Cumhuriyet Dönemi

Osmanlı’nın çöküş dönemi ile başlayan ve çok uzun zamandır süregelen kargaşa ve belirsizlik, Milli Mücadele ile başlayan, Cumhuriyetle devam eden yeni dönemde son buldu.

Cumhuriyetle başlayan istikrar, bütün Türkiye’de olduğu gibi, Niğde’de de bayındırlık, eğitim, sağlık, sosyal ve kültürel alanlarda büyük gelişmeleri beraberinde getirdi.

Büyük bir kasaba görüntüsünde olan Niğde Merkezi Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yapılan değerli çalışmalarla çehresini değiştirmeye başladı. Atatürk ve O’nun kurduğu Cumhuriyeti gönülden benimseyen, her zaman ona desteğini devam ettiren İllerin başında Niğde gelmektedir.

Cumhuriyetin ilan edildiği gün bu mutlu günü top atışlarıyla kutlayan ilk şehir Niğde’dir.
Tarihi Eserler

AKMEDRESE :


 

Akmedrese adının, yapının inşa edildiği tarihte, portalin beyaz mermerden yapılması sebebiyle diğer binalara oranla daha beyaz ve parlak olduğundan dolayı verildiği söylenir. Katip Çelebi’nin  “Cihannuma”  adlı eserinde ise “Alaeddin-i Beyza Namındaki Medrese Aliye “ diye geçer. Beyzanın ebcet hesabına göre binanın tarihini verdiği söylenirse de bir sene hatalı çıkmaktadır. Belki de “Ak sıfatı “Beyza” dan gelmektedir.


 

Karamanoğullarından Aleaddin Ali Bey zamanında1409 tarihinde yapılmış olan medrese, bugün tamamen ayakta olup, iki katlı medreselerin güzel bir örneğini teşkil etmektedir. Cephedeki balkonlardan sağ taraftaki değiştirilerek küçük odalar haline getirilmiştir. Eksene göre iki taraflı simetrik olan görünüşü değiştirilerek portale yeksenaklık verilmiştir. Zamanımızda yapılan başarılı bir restorasyonla düzeltilerek eski haline çevrilmiş, ön kısmına ilave edilen ve revaklara çıkan merdiven kaldırılmış, eski hüviyetine bürünmüştür.


 

Plan bakımından zemin katta, portalin sağında ve solunda üst kata çıkmak için içten girişli iki merdiven, merdivenlerinde yanında iki salon mevcuttur. Bunlardan sonra her iki tarafta kare planlı, üstü beşik tonozla örtülü dörderden sekiz oda vardır ki, buralar medresede öğrenim görenlerin yeridir. Güney yönünde orta zeminde 70 cm. daha yüksek bir ayvan vardır ki üstü sivri beşik tonozla örtülüdür. Ayvanın yanında üstü yarım daire  örtülü, diğer odalara göre daha geniş ve birinci katın yüksemliğine kadar çıkan iki derslik vardır. İç avlunun çevresini saran kuzeyköşelerde daha kalın olmak üzere sekiz ayakla taşınan bir revak vardır ve üzeri beşik tonozla örtülüdür. Zemin kattaki merdivenler, kuzeyi açık olan sirer kemerle  ikiye ayrılmış iki iki revaka çıkar, sonra yanlardan iki küçük oda, bir küçük ayvan, bir oda olarak devam eder. Alttaki avluyu çevreleyen revaklar aynen üstte de vardır. Güneyde zemin kattaki ayvan ve derslik birinci katın yüksekliğine kadar devam eder. Güneyde ayrıca iki merdiven binanın damına çıkar.


 

Dekorasyon bakımından portal hariç sadedir. Ana yapının revak ve ayvanın silmelerinde sadece üçlü  örgü motifleri olup, süslemenin portalde  ise zenginliği ve gösterişi göz alıcıdır. Mermer olan portalin yan sütuncukları, pervazları, köşelikleri ve tabloları narin geometrik bezmelerle oyulmuştur. Tepeyi çevreleyen yüksek ve derin kemerler, silmeler, sütun başlıkları, yan nişler ve tepe kornişinde staliktif gömeçler, prizmalar ve kitabeler, beylikler devri Türk sanatının en güzel örneklerindendir. Kitabesinde “ Allahın adı ile övünmek Allaha yakışır. Selavat ve selam Allah’ın resulü Muhammed üzerinedir. Bu mübarek medresenin inşaasını emretti. Büyük sultan’ın hükümdarlığı zamanında milletlerin kaderini elinde tutan hükümdarların büyük hükümdarı Aleaddin oğlu Mehmet’in Allah imparatorluğunu ebedileştirsin din ve dünyanın yükseği olan kardeşi Karamanoğlu, Mehmetoğlu, Haliloğlu Alaeddin Ali 812 (Hicri) yılında övünmek bir Allaha yakışır “ yazılıdır.


 

BEDESTENLER :


 

1559 yılında Şehzade Beyazıt ile Selim arasında, Kanuni’nin ölümünden sonra Konya civarında bir savaş olmuş, Sokullu Mehmet Paşa da Şehzade Selim’in yanında yer almıştı. Savaş esnasında Bor’da yapılan kara barut, zamanında yetiştirilerek savaşın Şehzade Selim’in lehine sonuçlanmasına yardım ettiğinden dolayı, Bor’a Sokullu Mehmet Paşa tarafından şükran borcu olarak bir cami, camiye gelir sağlamak için de biri Bor’da biri Niğde’de iki Bedesten yaptırılmıştır. Bunlardan Bor’daki yıkılmış ise de Niğde’deki, IV. Murat’ın İran seferi sırasında (1638), Celalileri temizlemek amacıyla Niğde’de durduğundan, Serdar’ı Ekrem Bayram Paşa tarafından iyi bir tamirat gördüğünden bugün tamamen ayaktadır.


 

 Bedesten 6.70 m. Eninde, 80 m. Uzunluğunda olup, iki yanında dükkanlar sıralanmıştır. Üzeri sivri tonozlarla örtülmüş olup, bedestenin orta ana kemerinin başlangıç ve kilit yerlerinde pencereler vardır. Dükkanların kemerleri ise dik olup, ana kemer bunlarla desteklenmiştir. Kuzey – Güney uçlarına beşik kemerli kapılar açılmıştır, üçüncü kapı ise doğuda ortadadır. Binanın dışı eşit boyda trakit taşından özenle örtülmüş olup, iç bölmeler tamamen tuğladır.


 

GÜMÜŞLER MANASTIRI :


 

Niğde ili merkez ilçesi Gümüşler Kasabası sınırları içerisinde bulunan örenyeri, Niğde’nin 9km. kuzeydoğusunda, Niğde-Kayseri karayolunun 4 km. doğusunda bulunmaktadır. Kapadokya bölgesinin Niğde ili içerisinde kalan ve M.S. 10-12. yy’la tarihlenen ve en iyi korunan fresklerin (duvar resimleri) bulunduğu önemli bir örenyeridir.


 


 

Manastır ; yekpare ana kütle kayadan oyulmak suretiyle yapılmış, 13.60 x 13.60 m. Ebadında kare şeklinde üstü açık bir avlu, avlu etrafındaki kayaların oyulmasından meydana gelmiş kilise ve çeşitli ebatlarda, muhtelif amaçlar için kullanılan mekanlardan ve küçük bir yer altı şehrinden meydana gelmiştir.


 

      


 

Niğde Müze Müdürlüğünce yapılan kurtarma kazıları sonucunda örenyerinin iç ve dış mekanları temizlenmiş, gerekli alanlar ışıklandırılmış, manastırın uzantısında kalan ve halkın ikameti için kullanılan mekanlar kamulaştırılarak yapılan kazı çalışmaları sonucunda temizlenmiştir.


 


 

Gümüşler Örenyerinin en önemli bölümü yine yekpare kayadan oyulan, eşit kollu haç planındaki kilise kısmıdır. Kilise yuvarlak ve kalın yekpare dört sütun üzerinde yükselmektedir. Üç apsisli olan kilisede sütunlar arasında kalan kısımda kubbe şeklinde oyulmuştur. Kilisenin üç apsisinde ve kuzey-batı duvarında Hz. İsa’nın doğumu vaftiz edilmesi, kiliseye takdimi, gibi Hz. İsa’nın hayatı ile ilgili İncil’den alınma konuları kapsayan freskler bulunmaktadır.


 


 

Gümüşler Manastırında bulunan tüm freskler Bizantilog (İngiliz) Michael GOUGH başkanlığındaki bir heyet tarafından 1964-65 yıllarında konservasyona tabi tutulmuştur.


 


 

Freskler arasında en ilgi çekeni Gülen Meryem freskidir. Kapadokya bölgesinde bu freskin bir örneği daha bulunmamaktadır.


 

HAMAMLAR:


 

Bütün dünyada büyük üne sahip Osmanlı dönemi Türk Hamamlarından ilimizde dört tane vardır. Kubbeli, Salonları mermer kaplı bu hamamlar soğuk, ılık ve sıcak bölümlerden oluşur.


 


 

Sıcak bölümdeki göbek taşında terledikten sonra işinin ehli tellakların yapacağı kese (bir tür masaj) insana büyük bir zindelik kazandırır. Hamamlar şehir merkezi, Bor ilçesi ve Fertek kasabasındadır.


 

KAVLAKTEPE YERALTI ŞEHRİ:


 

Anadolu'nun orta yerinde bir dinlenme, bir spor, bir turizm merkezi olma yolunda hızla gelişen bir diyarda konaklıyor Kervan; Çamardı...


 


Dağların ardında, Niğde ilinin en yüksek rakımlı ilçesi... Orta Torosların uzantısı olan Aladağlara Çamardı, Emli Vadisi'nden başlayan bir yürüyüş Cimbar Vadisi'nde dik kayalara tırmanış.
Kalay madeninin yapıldığı Kestel mağaralarından ve Kavlaktepe yeraltı şehrinden gizemli bir sesleniş...
Demirkazık Dağları'nın dibinden gelen bu şenliğe pencerelerinizi açın...


 


 

Yaban keçisi sayısının her geçen yıl artış göstermesi bizleri son derece sevindirdi. Kaçak avcılığın önlenmesi ve keçilerin yaşadığı bölgenin yakınlarındaki Kavlaktepe, Sulucaova, Pınarbaşı, Demirkazık, Çukurbağ, Elekgölü ve Yelatan köy muhtarlıklarıyla yaptığımız işbirliği sonucu yaban keçisi sayısı bundan sonra da artacak. Bizimle işbirliği yapan köy muhtarlarının görevlendirdiği bekçiler, kaçak avlanmanın önüne geçti.”


 


 

Kavlaktepe köyünün iki saat güney batısında, göklere meydan okur gibi duruşuyla etrafındaki dağları korkutan Torosların biricik sivri kayası "Demirkazık"ın bu köyden görünüşü insana dehşet vermektedir.


 


 

Burada Demirkazık ne kadar kurulsa haklıdır. Çünkü o ince ve uzun dağın etrafı kurşun ve gümüş madenleriyle doludur. Onun için Demirkazık, şerefini gümüşten, gururunu kurşundan almış ve tıpkı bu iki madenin karışımı renge bürünmüştür.


 


 

Demirkazık'ın sert ve haşin tepelerinde geyikten başka hayvan bulunmaz. Demirkazık'ın doğusunda kalan ve güney doğusundan başlayan büyük yaylanın ismine "Başyayla" denir. Bu yayla, halk arasında bir masal yaylası gibidir.









TYANA – KEMERHİSAR


 

(TUVANUVA – TAVANNA – OSEBIA)


 


 

  Kemerhisar' ın Tarihi


Tyana, bugün Niğde ilimizin Bor ilçesine bağlı Kemerhisar kasabasıdır. Eski çağlardan beri, Anadolunun önemli kentlerinden biri olmasına, Hitit öncesi tarihinden orta çağ sonuna kadar önemli yerleşim yerlerinden biri olmasına rağmen, üzerinde ne yerli etüd yapılmış ne de kazı çalışmalarına konu olmuştur.


Bütün tarih kitaplarında yer almasına, Kapadokya krallığı döneminde başkentlik yapmış olmasına rağmen Tyana maalesef uzun dönemler unutulmaya terkedilmiştir. Bu nedenle bu çalışmamızda Tyana’nın tarihsel gelişimine kısa biçimde de olsa ışık tutmaya çalışacağız.


 


    Paleolitik Dönem: Tyana antik kentinin yontma taş çağı dediğimiz Paleolitik çağa kadar tarihlendirilmesi mümkündür. Ancak bu tarihe ilişkin olarak çekirdek Kapadokya dediğimiz Niğde – Nevşehir – Aksaray bölgesinde bugüne kadar kazı çalışması yapılmamıştır. Niğde Müzesinde sergilenen, obsidien den yapılmış bu çağa tarihlenen iki el baltası ile kimi antropologların henüz daha volkanların sönmediği bu döneme ilişkin bu bölgede elde ettikleri kimi buluntular, bu çağa ait bir yaşamın bu bölgede de bulunduğunu göstermektedir.


 


     Neolitik Dönem: Günümüzden yaklaşık onbin yıl önce insan toplulukları sürekli olarak bir yere yerleşip ilk köyleri kurdukları, tarıma başladıkları, hayvanları evcilleştirdikleri dönemdir. Bu çağ arkeologlar tarafından akeramik neolitik ( Çanak çömleksiz dönem ) ve keramikli neolitik dönem olarak ikiye ayrılır. Niğde bölgesinde bu döneme ait olarak Göllüdağ, Bozdağ ve Çiftlik yöreleri ilgi çeker. Özellikle Aksaray’ın 25 km güneydoğusunda 1963’te Pensilvanya Üniversitesi Hititologlarından Edmund GORDON tarafından kazılan Aşıklı Höyük Akeramik Neolitik devreye öenmli bir örnek teşkil eder.


 


     Çanak Çömlekli Neolitik döneme ait Niğde yöresinde birçok yerleşim yeri bulunmaktadır. Köşkhöyük Niğde, Kayardı Tepesi, Niğde tepe Bağları bu döneme öenemli örnek teşkil ederler. Bunlardan Köşkhöyük Niğde’nin 17 km güneyinde, Bor’un 6 km güneybatısında ve tarihi TYANA kentine su sağlayan, bu kentte su kemerleri ile (Aquaducts) bağlanmış Neolitik çağın ilk yerleşim bölgelerinden biridir. İlk kez alman bilim adamları Ian Todd i bu höyüğü 1980 de keşfetmiş sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi öğretim üyelerinden Uğur Silistireli tarafından 1981 -1989 tarihleri arasında kazılmıştır. O’nun vefatından sonra da 1995 yılından itibaren aynı fakülteden Aliye ÖZTAN tarafından kazı çalışmaları devam ettirilmiştir.


 


     Niğde müzesinde sergilenen bu devreye ait tanrıça heykelleri ile çanak, çömlek kaplar ile günlük hayatta kullanılan diğer eşyalar M.Ö. yedibin yıllarına tarihlenmektedir.


 


     Bu da bu bölgede ilk Neolitik devirlerden beri yerleşik hayatın bulunduğunu ispatlar. Dolayısıyla Tyana’ya birkaç km yakınlıkta bulunan Köşkhöyük Tyana kentini ilk çekirdeği olarak da düşünülebilir.


 


     Kalkolitik Dönem: Bu çağlar insanların özellikle bakır madenini kullanmaya başladığı dönemi ifade eder. M.Ö. 5900 – 3200 dönemini kapsayan bu çağ, örneğin tarımda sabanın kullanıldığı, dönemdir. Köşkhöyük, kalkolitik çağda da önemli bir yerleşim merkezi olarak karşımıza çıkmaktadır.


 


 

TUNÇ DÖNEMİ


 


     Tunç dönemi eski, orta ve son tunç çağı olarak 3 ana başlıkta incelenir


 


     İlk Tunç: Bu dönem, kendi içinde eski bronz çağı olarak, M.Ö. 3200 – 2000 yılları olarak 3 ana dönemde incelenir. Bakır madenine kalay karıştırılarak tunç elde edilmiş ve madeni eşyalar yapılmıştır. Bu döneme ilişkin Anadolunun en eski yerleşim yerlerinden biri Niğde – Çamardı – Celaller Köyü Ketsel Madeni Höyüğüdür.


 


     Orta Çağ: Bu dönem M.Ö. 2000 – 1500 yılları arasını kapsar. 1985 yılından itibaren buralarda başlatılan çalışmalar bu madende kalay üretildiğini ortaya koymuştur. Bu tarihe kadar Asurlu tüccarların Anadolu ticaretinden getirdikleri en önemli madeni kalay olduğu varsayımı ile hareket edilmekte idi. Ancak, Ketsel madeninde ticaret kolonileri için öne sürülen varsayımlar tamamen değiştirilmiştir.


 


     Son Tunç Dönemi: Bu çağ M.Ö. 1500 – 1200 yıllarını içerir. Anadolu da çivi yazısının kullanılması Asur ticaret kolonilerinin Anadolu’ya gelmesi ile ilgilidir. Bu da M.Ö. 2000 – 1500 arası dönemi kapsar ki bu tarihler aynı zamanda özellikle orta Anadolu da bulunan sitelerin Hitit Krallığı olarak birleştirilerek Eski Hitit Devleti’nin yaşadığı çağı ifade eder. Bu tarihlerde TAYAN (TUVANUVA) adıyla ve Anadolunun en önemli kentlerinden biri olarak kentimiz karşımıza çıkmaktadır. Hitit Krallığının büyümesiyle birlikte TUVANUVA da bu panteon içinde yerini almıştır.


 


     M.Ö. 1500 lerde yaşanan karışıklıklardan sonra Hitit Devleti 1380 lere kadar Orta Krallık dönemine girmiş, 1380 – 1200 dönemi ise Büyük Hitit İmparatorluğu olmuş, ardından imparatorluk M.Ö. 1200 lerde Deniz kavimlerinin saldırıları ve iç karışıklıklar nedeni ile çöküvermiştir.


 


     Eski Hitit Devleti döneminde Asur tüccarlarının Anadoluya ticaret için geldiklerini belirtmiştik. Geldikleri önemli bölgelerden biri Kayseri yakınlarında bulunan Kültepe’deki Kaniş kentinin Karumu dur. Karum, Pazar yeri demektir. Bu karum da 20. yy.ın başından beri sürdürülen çalışmalarla çivi yazısı ile yazılmış binlerce tablet ele geçirilmiş, bu tabletlerin çözülmesiyle birlikte Hitit dönemi Anadolu tarihini yeniden ortaya çıkarmıştır. Sonraları Hitit başkenti Hattuşa’da bulunan tabletlerle Hitit dönemi tarihi adeta yeniden yazılmıştır.


 


     Bu dönemde TYANA da Anadolu da Hitit panteonu içinde çok önemli bir sitedir. Asurlu ve Suriyeli tüccarların Anadolu ya geldikleri önemli yollardan birinin Toros geçitleri olduğunu düşünürsek, Kilikya’dan orta Anadoluya çıkan tüccarların ilk uğrak yerinin TYANA olması icab eder. Bu bakımdan TYANA’da yapılacak kazı çalışmaları, Kaniş Karumu veya Hattuşadan daha az önemli olmayan miktarlarda tablet elde edilmesini, Anadolu tarihindeki bir çok boşluğun doldurulmasını sağlayacaktır. Çünkü bu dönemde Asurlu tüccarların Anadoluda ticaret yaptıkları merkez sadece Kültepedeki Kaniş Karumu değildir. Örneğin Aksaray’ın 18 km kuzeybatısında bulunan Hasan Dağı eteklerindeki Acem Höyük te kazı çalışmaları yapılmış, dönemin önemli yerleşim yerlerinden biri olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bu yöre Çukurova’dan gelen Kuzey – Güney yolu üzerindedir. Bu höyükte yapılan çalışmalar höyüğün M.Ö. 3000 lerde iskan edilmiş olduğunu ortaya koymuştur. Kilikya Kaniş yolu üzerinde bulunan TYANA’nın da kazı çalışmaları başlatıldığında bu döneme ait önemli belgeleri insanlığa sunacağına inanmaktayız.


 


 

HİTİT SONRASI DÖNEM


 


     M.Ö. 1200 lerde Karadeniz kıyısında yaşayan Kaşkalar, diğer yandan Kafkasya ötesinden gelen Muşki göçleri ve yine bu tarihlerde başlayan Thrak göçleri, Anadoludaki sosyal ortamı alt üst etti. Ancak bir imparatorluk olan Hitit Devleti bu kargaşada yıkıldıysa da bütünüyle yok olmadı. Hitit Prensleri, özellikle güney ve güneydoğuya çekilerek, yerel krallıklar biçiminde yaşamlarını sürdürdüler. Kapadokya dediğimiz bu bölge, bu dönemde Tabal adını aldı ve batıda Tyana’dan doğuda Melid (Malatya Melitene) bölgesine akdar kurulan Tabal Krallığı varlığını sürdürdü.


 


     Tabal ülkesi, biride Tyana (Tuvanuva) olan irili ufaklı birçok beylikten oluşmaktaydı. Bu dönemde kimi zamanlar Tabal Krallığı Asur hakimiyetini kabul etmek zorunda kalmıştır


 


     Bu döneme ait bulunan ve Bor Steli adıyla isimlendirilip İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenen URBALA VARPALAVAS STELİ bu kralın bereket tanrısına tapınırken resmedilmiş halini gösterir. Benzer bir şaheser yine aynı kralın Tyana bölgesine yakın Ereğli – İvriz suyu başında oydurttuğu kabartmadır. Her iki yapıtta da kralın yerel fırtına ve bitki tanrısı olan Tarkhu’ya yakarışını görmekteyiz. Bor Stelinin üzeri Hitit – Luvi hiyeroglif yazısı ile doldurulmuştur. Bu stel hem dönemin kültür yapısı hakkında bilgi vermekte, hem de giysi takılar vs. açısından sosyal yaşantı hakkında bizlere önemli ip uçları sağlamaktadır.


 


     Kral urbala’nın başkenti TUVANUVA (Tyana) dır. Tabal krallarından olan M.Ö. 740 – 710 tarihleri arasında saltanat sürmüş olan Muvaharna oğlu Urbala’a Varpalavas’ın krallık hudutları güneyde Kilikya kapılarından (Gülek Boğazından) kuzeyde Andabalis (Aktaş) bölgesine kadar uzanmakta idi. Diğer güçlü Tabal kralları gibi Urbala’a Varpalas’ın da kendisine bağlı prensleri vardı. Örneğin Bolkar Madeninde Hitit-Luvi hiyeroglifi ile yazılı bir kaya yazıtında prens Tarkhunazas, Kral Varpalavas’ın hizmetkarı olduğunu ve kralın, Muti dağının (Gülek Boğazının) denetimini kendisine bıraktığını anlatır. Urbala’a nın ölümünden sonra Tuvanuva (Tukhana) Krallığı tahtına Asurluların Mugallu adıyla andıkları Muvaharnas çıktı ancak bu dönemden sonra bölge bütün olarak Asurların denetimine girdi.


 


     Bugün Niğde’nin Kömürcü Köyü yakınındaki Göllü Dağda yeralan kale ve höyük muhtemelen o dönemde Tukhana (Tyana / Tuvanuva) krallığının kalelerinden biriydi. Asur kralı 2. Sargon M.Ö. 705 yılında Asura bağlı bir eyalet durumunda olan Tabal’a karşı bir sefer yaptıysa da istilacı Kimmerlere karşı da yapılan bu seferde 2. Sargon savaş meydanında öldü. Bundan güç alan Kimmerler batıya doğru yürüyüp Phrig (Frig) başkenti Gordion’u da M.Ö. 696 yılında ele geçirdiler ve yakıp yıktılar. Kral Midas dayanamayıp intihar etti. Bu dönem Tyana bölgesinin de Kimmerler hakimiyeti altında bulunduğu devredir.


 


     M.Ö. 679 yılında Asur Kralı Asarhaddon, tabal üzerine bir sefer yapmış ve Kimmer beyi Teuşpa’yı yenilgiye uğratmış bunun üzerine Urbala’a nın oğlu Mugallu Malatya’da bağımsızlığını ilan etmiş, Melid – tabal birliğini kurmuştur.


 


 

PERS HAKİMİYETİ DÖNEMİ


 


     M.Ö. 7. yy. sonlarında Asur İmparatorluğu Babil, İskit ve Med ortak işbirliği ile yıkıldı (M.Ö. 612) Mezopotamya yı ele geçiren Babillilere karşılık Med kralı Kyaksares te Kızılırmak’a kadar Anadolu’nun hakimi oldu. M.Ö. 590 larda Kapadokya Pers hakimiyetine geçmiş, Persler Lidya krallığı ile komşu olmuşlardır. Bölge bundan sonra Pers ve Lidyalılar arasında birçok kez el değiştirdi. Nihayet M.Ö. 546 da Pers kralı Kyros Lidya başkenti Sardeis’e girerek Lidya devletini yıktı ve tüm Anadolu’nun hakimi oldu. Bu tarihten, M.Ö. 333’te Makedonya kralı Büyük İskender’in İssos’ta Pers kralı Darius’u yenmesine kadar 200 yıl Anadolu Pers hakimiyetinde kalmıştır.


 


     Persler Anadolu’yu satraplıklara ayırarak idare etmişlerdir. Bunlardan bir tanesine de Kapadokya satraplığıdır. Bölgenin fars dilinde Kapadokya adını alması da bu dönemde olmuştur. Persler, güzel atlar ülkesi (Katpatuka) denilen bu bölgeden vergi olarak at, katır ve koyun almaktaydılar.


 


     Kapadokya satrabı, M.Ö. 370 lerde batı Anadolu da çıkan karışıklıktan da istifadeyle Pers hakimiyetine karşı ayaklanıp bağımsızlığını ilan etmişse de Perslerle yapılan savaşta yenilmiş ve ölümle cezalandırılmıştır.


 


 

KAPADOKYA KRALLIĞI DÖNEMİ


 


     Kapadokya dediğimiz bölge bugün, Kırşehir, Nevşehir, Aksaray, Niğde ve Malatya illerinin tümünü, Yozgat Sivas illerinin güney, Adana’nın kuzey bölgesini kapsamaktadır. Etnik bir anlam taşımayan KAPADOKYA adına ilkin M.Ö. VIII. – VII. yy.ın sonlarında Pers kralı 1. Dareios’un (M.Ö. 522 – 486) Behistun kayalıklarına kazınan, imparatorluğuna bağlı bölgelerin sıralandığı yazıtında Katpatuka biçiminde rastlanır. Bu sözcük Farsça da Tukha ülkesi yani güzel atlar ülkesi anlamına gelmektedir. M.Ö. 8 -7 yüzyıllarda bölgenin tek bir adı yoktu. Orta kesimine Tabal (Tevrat’ta Tubal), Kızılırmak’ın kuzeyindeki bölgeye Kaşku, güneybatı kesimine Tukhana (Tyana / Tuvanuva) ve doğu ucuna Melid (Malatya) adı verilmekteydi.


 


     Pers hakimiyetinin zayıflaması döneminde kimi satraplıklar gibi Kapadokya satraplığının da Perslere karşı ayaklandığını ve bağımsızlıklarını ilan etmeye çalıştıklarını görüyoruz.


 


     Bunlarda ilki M.Ö. 372’de yukarıda değindiğimiz Kapadokya satrabı Datame’nin ayaklanmasıdır. Datames esasen Anadolu’lu idi. Babası Karia’lı Kamisares, annesi Paphlagonya’lı Skythissa idi. Datames’in ayaklanmasıyla Anadoludaki birçok satraplıkta O’nu izledi. Bu ayaklanma başarılı olmadıysa da bundan sonra Anadolu’da ki Pers hakimiyeti büyük ölçüde kırıldı ve Makedonya’lı İskender’in Persleri M.Ö. 333’te yenilgiye uğratmasından sonra !.Ariarathet Kapadokyas kralı ilan edilerek Kapadokya Krallığı kurulşmuş oldu.


 


     Kapadokya Krallığı Strabon zamanında (D: M.Ö. 54) hala mevcuttu. Bu gezgin Kapadokya’da yalnızca 2 kenti zikre değer bulur. Bunlardan biri Mazaka (Kayseri), diğeri Tyana’dır.


 


     Tyana, Anadolu yarımadasında eski ticaret yollarının üzerinde bir kentti. Hitit İmparatorluk çağında Tuvanuva adını alan kent M.Ö. I. Binyılda Tukhana ve Tuvana olmuş. Arap – İslam istilaları döneminde bu adını sürdürmüş, önemli merkez olma özelliğini korumuştur.


 


     Örneğin Ksenophon (Anabasis 1,2,20)’sinde önemine binaen burasını Kayseri ile mukayese ederek, “Tauros yakınındaki Eusebia” olarak niteler (Strabon 537). Bu ad, Kapadokya Kralı 5. Ariarathes, Eusebesin (M.Ö. 163 – 130) adından türetilmiştir. Kapadokya bölgesinin Kayseriden sonra ikinci önemli kenti olan Tyana Torosların kuzey eteğinde bereketli ve geniş bir ovada kurulmuştu. Zenginliğini kısmen çevresindeki bereketli topraklara borçlu olduğu gibi Kilikya kapılarına (Gülek boğazı) yakınlığı ile önemli yollarda kavşak noktası olması özelliğine borçludur.


 


Yine bölgede bulunan gümüş ve eski Anadolu’da yalnızca bu bölgede bulunan kalay madeni yataklarının denetimi de Tyana kenti ve bu bölgede kurulan beyliklerin denetiminde idi.


 


     Burada bulunan Hitit – Luvi hiyeroglifleri ile Phrig ve Arami yazıtları, kentte zaman içinde egemen olarak çeşitli güçlerin veya buradaki kozmopolit nüfusun varlığının göstergeleridir. Yakındaki bir su kaynağının kıyısında Zeus Asbarmeus adında bir tapınak inşa edilmişti (Ammianus Marcellinus 23.6.19). Biraz güneyinde Kilikya kapılarına giden yol üzerinde adını Roma imparatoru Marcus Aurelius’un (161 – 180) karısı Faustina’dan alan Faustinopolis (bugünkü adıyla Başmakçı) yer almaktaydı.


 


     Ankyra – Tyana – Kilikya yolu Anadolu’nun kuızeybatısından gelip, Ankara üzerinden tuz Gölü (Tatta Gölü), Garsaura (Aksaray) üzerinden Tyana’ya ve oradan da Gülek geçitlerine giden yoldu. Hristiyanlığın yayılmasından sonrada bu yol Kudüs’e doğru Hacılar Yolu olarak ün kazanmıştır.


 


    Tyana üzerinden Kilikya bölgesine inen bir başka yok Pontos (Karadeniz) bölgesinden gelen, Sinope (Sinop), Amesia (Amasya), Mazaka(Kayseri) üzerinden Tyana ve Gülek geçitlerine giden yol idi. Gülek geçitlerinin güney çıkışında Podantos (Pozantı) bulunmaktaydı.


 


    Böyle önemli bir bölge olması nedeni ile Tyana Krallığı da birçok saldırılara uğradı. Büyük İskenderin oğlu Perdikkas, Böyle zengin ve müstakil bir krallığın yaşamasını tehlikeli görerek Kapadokya’ya saldırdı. M.Ö. 322’de Kapadokya Kralı Ariarathes’i mağlup ederek öldürdü. Bundan sonraki 20 yıl içinde Kapadokya Makedonya hakimiyeti altında yaşamış ancak 1. Ariarathes’in yine Ariarathes II. adını taşıyan yeğeni 20 yıl sonra tekrar Kapadokya Krallığını kurmuştur.