e
Emir Timur
Türk - İslam dünyasının en büyük hükümdarlarından ve tarihin en büyük cihangirlerinden olan Timur Han, 8 Nisan 1330'da Keş yakınında, Şehrisebz'de doğdu. Babası Barlas Aşireti reislerinden Emir Turgaya, annesi ise Tigin Hatun'dur. Babasının ölümünden sonra başgösteren anarşi üzerine yönetimi eline alan Timur, arasının açıldığı Maveraünnehir hakimi Emir Hüseyin'in 1370'te ölümünün ardından; bölgeye tek başına hakim oldu. Yüksek bir askeri kabiliyete sahip olan Timur Han, kısa sürede İran, Azerbaycan, Irak-ı Acem ve Irak-ı Arab'ı ele geçirdi ve Harezm'i kendisine bağladı. 1389'a kadar yaptığı beş seferle Uygurları emri altına aldı. Altınordu'yu yenerek, İdil lrmağı (Volga)'nın doğusuna kadar hakimiyetini genişletti. Timur, 1399'da Kuzey Hindistan'ı ele geçirdi. 1402'de Suriye'yi de zapteden Timur, 1402'deki Çubuk Savaşı'nda Osmanlı ordusunu yenince, Osmanlı ülkesinin de önemli bir bölümünü hakimiyeti altına aldı. Bu savaşın en büyük etkisi, Yıldırım Bayezid gibi bir Osmanlı sultanının vefatı ve Osmanlı ülkesinin 11 yıldan fazla sürecek 'Fetret Devri'ni yaşaması oldu. Daha sonra 200 bin kişilik ordusuyla Çin seferine çıkan Timur Han, bu sefere giderken 18 Şubat 1405'te Siriderya yakınındaki Otrar şehrinde vefat etti. İlim adamlarına sahip çıkan Timur, hakim olduğu yerlerde çok sayıda medrese ve kütüphane yaptırarak, bilhassa Semerkant'ı imar etti. Timur, hakimiyeti döneminde Moğol putperestliği, Hind Budizmi ve İran Zerdüştiliğine karşı mücadele ederek, İslamiyeti sağlam temellere yerleştirmenin yanı sıra, göçebe Türkleri de yerleşik hale getirdi. Tüzükat-i Timur adıyla kanunlar çıkaran Timur Han, kendi tarihini de kendisi yazdı. Türklük düşüncelerini, "Biz ki, Müluk-ı Turan, Emir-i Türkistanız", "Biz ki Türk oğlu Türküz" ve "Biz ki, milletlerin en kadimi ve en ulusu Türkün başbuğuyuz" ifadeleriyle dile getiren Timur Han, devlet fikrini de şöyle açıklıyor: "Tecrübe bana gösterdi ki, din ve yasalar üzerine kurulmayan bir devlet, uzun zaman yaşayamaz. Böyle devlet, çırılçıplak olup, kendisini gören herkese karşı gözlerini yere dikmiş ve herkesin yanında saygı ve değerini yitirmiş adama benzer. Bu durumda böyle devlet, tavanı, kapısı, avlu duvarları olmayan ve her önüne gelenin içine daldığı eve benzetilebilir. Bunun içindir ki, ben devletimin çatısını İslamiyet üzerine kurdum. Devletimi idare için yasalar düzenledim. Bu yasalar uygulandığı sürece onlara aykırı hareket etmekten sakındım
EKBER ŞAH
Ekber Şah, Hindistan’da kurulmuş olan Türk-Moğol İmparatorluğunun en büyük ve en güçlü hükümdarıdır. Ekber Şah 1542’de doğdu. Hindistan’da bu imparatorluğu kuran Babür Şah’ın torunudur. Babasının adı Hümayun Şah’tır. 14 yaşında iken babasını yitirdi. Devleti uzun süre veziri yine bir Türk olan Bayram Han yönetti. On dört yaşında tahta çıkan Ekber Şah 49 yıl saltanat sürdü. Yirmi yaşına kadar devlet idaresinde baş yardımcısı ve yetkili olan atabeyi Bayram Han’ı zorla emekli ederek Hacca gönderdi ve bundan sonra ülkenin tek hakimi oldu. Büyük bir zekası ve yeteneği vardı. Memleketteki karışıklıkları bastırdı. İmparatorluğunun sınırlarını genişletti. Güçlü bir teşkilat kurdu. Ayaklanmaları ve dağılmaları önledi. 1578’de Bengal, 1581’de Kabil, 1587’de Keşmir, 1592’de Sind ve 1594’de Kandehar’ı almak suretiyle hemen hemen bütün Hindistan ve Afganistan’ı aldı. Ülkesini bayındır bir hale getirdi. Sağlam bir devlet organizasyonu kurdu. İdare ve maliye ile ilgili kanunlar yapmak suretiyle devletin bünyesini güçlendirip sağlamlaştırdı. Ekber Şah, büyük bir devlet adamı olduğu kadar da büyük bir düşünürdü. Budistlerin dul kadınları yakmaları geleneğini kaldırdı. Hindistan’daki mezhep kavgalarını ortadan kaldırmağa çalıştı. Oradaki insanların hepsini bir imam ve bir din çevresinde birleştirmeyi tasarlıyordu. Bu düşüncesine “Tevhid-i İlahî” ismini verdi. Bu düşünceden hareketle, Hinduların da vatandaş sayılarak asker ve devlet memuru olmalarını sağladı. Müslümanlarla ordular arasında eşitlik sağlanınca ülkede gerginlikler azaldı. O, “halkın devlet için değil, devletin halk için var olduğu” anlayışını benimsedi ve benimsetti. Muazzam nüfusu olan Hindistan’da Türkler küçük bir azınlık durumunda idiler ve daha çok asker ve memur oluyorlardı. Bir çok bakımdan eşitlik sağlandığı için azınlığın çoğunluk üzerindeki hakimiyeti böylece bir problem olmaktan çıkmıştı. Ekber Şah 1603’te hastalandı ve konuşamaz hale geldi. Oğlu Cihangir’i çağırarak ona kendi eliyle kılıç kuşandırdı ve hükümdarlık sarığını giydirdi. Ekber Şah 1605’te öldü. Ölümünden evvel Sıkanda’da kendisi için bir türbe inşaatı başlatmıştı. Piramidi andıran bu türbe oğlu Cihangir tarafından tamamlatıldı ve oraya gömüldü. O, elli yıla yakın bir zaman içinde Hindistan’da çok güçlü bir devlet kurmuştur. Ülkesinde sosyal bir düzen yaratmış, insanları birbirine yaklaştırmaya çalışmış, kültür ve sanatı korumuş üstün bir insandı.
Evliya Çelebi
Türk, gezgin. Gezdiği yerlerde toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yapmıştır. Evliya Çelebi b.Derviş Mehmed Zillî İstanbul'da Unkapanı'nda doğdu, 1682'de Mısır'dan dönerken yolda ya da İstanbul'da öldüğü sanılmaktadır. Babası Derviş Mehmed Zillî, sarayda kuyumcubaşıydı. Evliya Çelebi'nin ailesi Kütahya'dan gelip İstanbul'un Unkapanı yöresine yerleşmişti. İlköğrenimini özel olarak gördükten sonra bir süre medresede okudu, babasından tezhip, hat ve nakış öğrendi. Musiki ile ilgilendi. Kuran'ı ezberleyerek "hafız" oldu. Enderuna alındı, dayısı Melek Ahmed Paşa'nın aracılığıyla Sultan IV. Murad'ın hizmetine girdi. Evliya Çelebi'nin geziye karşı duyduğu ilgi, çocukken babasından, yakınlarından dinlediği öykülerden, söylencelerden ve masallardan kaynaklanır. Seyahatname adlı yapıtının girişinde geziye duyduğu ilgiyi anlatırken bir gece düşünde Peygamber'i gördüğünü, ondan "şefaat ya Resulallah" diyecek yerde şaşırıp "seyahat ya Resulallah" dediğini, bunun üzerine Peygamber'in ona gönlünün uyarınca gezme, uzak ülkeleri, görme imkânını verdiğini yazar. Bu düş üzerine 1635'te, önce İstanbul'un bütün yörelerini dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı. 1640 dolaylarında Bursa, İzmit ve Trabzon yörelerini gezdi, 1645'te Kırım'a Bahadır Giray'ın yanına gitti. Yakınlık kurduğu kimi devlet büyükleriyle uzak yolculuklara çıktı, savaşlara, mektup götürüp getirme göreviyle, ulak olarak katıldı. 1645'te Yanya'nın alınmasıyla sonuçlanan savaşta, Yusuf Paşa'nın yanında görevli bulundu. 1646'da Erzurum Beylerbeyi Defterdarzade Mehmed Paşa'nın muhasibi oldu. Doğu illerini, Azerbaycan'ın, Gürcistan'ın kimi yörelerini gezdi. Bir ara Revan Hanı'nı mektup götürüp getirmekle görevlendirildi, bu nedenle Gümüşhane, Tortum yörelerini dolaştı. 1648'te İstanbul'a dönerek Mustafa Paşa ile Şam'a gitti, üç yıl o dolaylarda gezdi. 1651'den sonra Rumeli'yi dolaşmaya başladı, bir süre Sofya'da bulundu. 1667-1670 arasında Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik yörelerini gezdi. Kaynakların bildirdiğine göre, Evliya Çelebi'nin gezi süresi 50 yılı kapsar. Evliya Çelebi'nin gezilerinin oldukça geniş bir alanı kaplaması iki bakımdan önemlidir. Birincisi Osmanlı İmparatorluğu'nun komşu ülkelerle olan ilişkilerini yansıtması, ikincisi insan başarılarına ilgilendirir. Bu geziler yalnız gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermez, araştırıcılar için önemli inceleme ve yorumlara da olanak sağlar. Seyahatname'nin içerdiği konular, belli bir çalışma alanını değil, insan düşüncesinin ürettiği bütün başarıları kapsar. Bu özelliği nedeniyle Evliya Çelebi'nin yapıtı değişik açılardan bakılarak değerlendirilir. Üslup bakımından ele alındığında, Evliya Çelebi'nin, o dönemdeki Osmanlı toplumunda, özellikle Divan edebiyatında yaygın olan düz yazıya bağlı kalmadığı görülür. Divan edebiyatında düz yazı ayrı bir yaratı ürünü sayılır, şiir gibi ağdalı, ayaklı-uyaklı bir biçimle ortaya konurdu. Evliya Çelebi, bir yazar olarak, bu geleneğe uymadı, daha çok günlük konuşma diline yakın, kolay söylenip yazılan bir dil benimsedi. Bu dil akıcıdır, sürükleyicidir, yer yer eğlenceli ve alaycıdır. Evliya Çelebi gezdiği yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi yorumlarını, düşüncelerini de katarak gezi yazısına yeni bir içerik kazandırmıştır. Burada yazarın anlatım bakımından gösterdiği başarı uyguladığı yazma yönteminden kaynaklanır. Anlatım belli bir zaman süresiyle sınırlanmaz, geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş iç içedir. Bu özellik anlatılan öykülerden, söylencelerden dolayı yazarın zamanla istediği gibi oynaması sonucudur. Evliya Çelebi belli bir süre içinde, aynı zamanda geçen iki olayı, yerinde görmüş gibi anlatır, böylece zaman kavramını ortadan kaldırır. Seyahatname'de, yazarın gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, başlı başına birer araştırma konusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur. Bunlar arasında öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, mani, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, dernek, eğlence, inançlar, karşılıklı insan ilişkileri, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları önemli bir yer tutar. Evliya Çelebi insanlarla ilgili bilgiler yanında, yörenin evlerinden, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapılarından da söz eder. Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatır. Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan söz eder. Böylece konuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırır. Seyahatname'nin bir özelliği de değişik yöre insanlarının yaşama biçimlerine, davranışlarına, tarımla ilgili çalışmalarından, süs takılarına, çalgılarına dek ayrıntılarıyla geniş yer vermesidir. Yapıtın kimi bölümlerinde, gezilen yörenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen ünlü kişilerinden, şairlerinden, oyuncularından, çeşitli kademelerdeki görevlilerinden ayrıntılı biçimde söz edilir. Evliya Çelebi'nin yapıtı dil bakımından da önemlidir. Yazar, gezdiği yerlerde geçen olayları, onlarla ilgili gözlemlerini aktarırken kullanılan sözcüklerden de örnekler verir. Bu örnekler, dil araştırmalarında, sözcüklerin kullanım ve yayılma alanını saptama bakımından yararlı olmuştur. Kimi yabancı kökenli sözcüklerin söyleniş biçimi halk ağzına göredir. Bu da dilci için bir yöre ağzının oluşumunu anlamaya yarar. Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si çok ün kazanmasına karşın, bilimsel bakımdan, geniş bir inceleme ve çalışma konusu yapılmamıştır.